Sonntag, 31. Juli 2011

Anadolu'nun en 'gizemli' halkı


Bugün dünyada 20 milyonu aşkın nüfusa sahip Süryaniler, tarihi hakkında en az bilgiye sahip olunan 'gizemli' halklardan biri. Öyle ki, vaktiyle Süryanilerin merkezi olan, Türkiye'nin Güneydoğu'sundaki Turabdin'e giden Avrupalı gezginler kayıp bir kavmi keşfettiklerini sanırmış... Turabdin'e gidip izlenimlerini yazan bu kez Fransız yazar Sebastien de Courtois...

EYÜP TATLIPINAR
etatlipinar@gmail.com

Türkiye'nin güneydoğusunda Turabdin denilen bir bölge vardır. Midyat, İdil, Hasankeyf, Nusaybin gibi günümüz yerleşimlerini kapsayan bu bölge, Hıristiyanlığın ilk yıllarına kadar uzanan eski bir tarihten beri, sayıları artık fazlasıyla azalmış 'gizemli' bir topluluk için dini ve kültürel bir merkezdir. Bölgenin adının Türkçe, 'Tanrının Hizmetkarları Dağı' anlamına geliyor olması, tarih boyunca 80 civarında manastıra ev sahipliği yapmasını da açıklıyor. 1800'lü yılların ikinci yarısında bu 'kayıp' bölgeye ayak basan Avrupalı maceraperestler, bazen yok olmuş bir kavmin son temsilcilerini, bazen de İsrail'in kayıp bir kabilesini keşfettiklerini zannediyorlardı.

Aradan geçen yüzyıldan fazla bir zamanın ardından artık biliniyor ki, baskılardan ve yok sayılmaktan dolayı kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalan, maceraperestlerin keşfettiği o 'gizemli kabile', tarihi ve kültürü hayli zengin Süryaniler.

ÇOCUKLARIMIN BU ÜLKEDE GELECEĞİ VAR


Fransız yazar ve gezgin Sebastien de Courtois önceki yıl, 19. yüzyıl Avrupalı gezginlerinin izinden, söz konusu bölgeye gittiğinde kendisini koyu renk kıyafeti, siyah şapkası, uzun beyaz sakalıyla papaz Yusuf karşılamış. Papazın eşi çoktan çayı demlemiş, yanına koyun peyniri hazırlayıp kuru pastayla servis ederken, Batı'dan buraya 19. yüzyılda gönderilen misyonerlerden miras kalan İngilizcesini ve Fransızcasını birbirine karıştırarak konuşmaya başlamış; 'Biz buradaki son Hıristiyanlarız. Burada kalıp hayatımızı sürdürmek istiyoruz. Kardeşlerimin ve kuzenlerimin çoğu buradan gitmek zorunda kaldı ama ben sürgüne gitmeyi hep reddettim. Çocuklarımın bu ülkede geleceği var.'

Çağlar boyunca eski uygarlıklara ev sahipliği yapmış, pek çok inanışın ve üç semavi dinin kök saldığı, kültürel çeşitliliği fazlasıyla zengin Anadolu'nun, haklarında en az bilgi bulunan parçalarından biridir Süryaniler. Günümüze fazla bilgi ulaşmamasının önemli bir nedeni, önceki satırlarda değindiğimiz gibi, tarih boyunca gördükleri baskılar, yok sayılmaları ve bu nedenle kapalı bir cemaat biçiminde yaşamaları. Birinci Dünya Savaşı yıllarında da, 1980'li yıllarda başlayan çatışmalı dönemde de şiddetten ve zorunlu göçten nasiplerine düşeni fazlasıyla almışlar. 1970'li yıllarda Turabdin'de yaklaşık 25 bin Ortodoks Süryani yaşıyorken günümüzde bu sayı ancak birkaç yüzle ifade ediliyor. Hemen hepsi daha iyi bir yaşam umuduyla, dinlerini ve kültürlerini serbestçe yaşayacaklarını düşündükleri başta Almanya olmak üzere, Belçika, Hollanda, İsveç, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere göç etmiş. Anayurtları Türkiye, Suriye ve Irak'ın kesiştiği bölge olan Süryanilerin tüm dünyadaki nüfusuysa günümüzde 20 milyon civarında... Böyle bir manzara içinde, Fransız yazar Sebastien de Courtois'un, fotoğrafçı arkadaşı Douchan Novakoviç ile birlikte gidip gezdiği, röportajlar yapıp izlenimlerini kaleme aldığı kitap çalışması; kültürel çeşitliliğin bir rahatsızlık değil de zenginlik kaynağı olduğunu göstermesi bakımında önemli. Yapı Kredi Yayınları'nın bugünlerde çıkardığı 'Süryaniler' isimli kitap-albümün ilk bölümünde söz konusu halkın tarihi, ikinci bölümündeyse Courtois'un röportajları ve izlenimleri yer alıyor.

HZ. İSA'NIN KONUŞTUĞU DİL SADECE BURADA

Süryanilerin, bu halk hakkında bir şeyler okurken en fazla dikkat çekici bulunan yanlarından biri dilleri. Süryanicenin kökeni antik dillerden Aramiceye dayanıyor. Yani Turabdin'deki Süryaniler bugün hala, vaktiyle Hz. İsa'nın konuştuğu dili konuşuyorlar. Mardin Artuklu Üniversitesi, geçen haftalarda yaptığı bir açıklamayla önümüzdeki öğretim sezonunda Süryanice bölümünün de açılacağını duyurmuştu. Uzunca bir süre bu dilin kaybolduğu, uzmanlardan başka kişilerin bilmediği düşünülüyordu. Göç eden büyük kitle ve Suriye ile Irak'taki Süryaniler açısından bu düşüncede doğruluk payı bulunsa da, dini ve kültürel merkez konumundaki Turabdin için geçerli değil.
Papaz Yusuf, ders verdiği okulda Courtois'e şöyle anlatıyor; 'Üç bin yıllık mirasımızı ve dilimizi yeni nesillere aktarabildiğimiz tek mekan burası. Çocuklarımızın Milli Eğitim'in okullarındaki dersleri bitince, onlara bu mütevazı dersliklerde ders veriyoruz. Uzun süre bu işi gizli gizli sürdürdük, zira yetkililer Süryanicenin yaşamasını istemiyordu. Bu zor öğrenme sürecinde küçükleri yüreklendirmek için onlara, 'Bakın, günün birinde İsa Mesih çat kapı çıksa gelse aramıza, onunla bir tek bizler konuşabileceğiz' derdim.'

Süryani taş işçiliğinin son temsilcisi


Eskiden Süryani taş sanatının başkenti olan Midyat'ta bugün tek bir atölye kalmış. Zanaatkarının elinde kolayca şekillenen, hem belirgin rölyefler, hem sağlam heykeller yapılmasına imkan veren yumuşak sarı kalker, civarda bolca bulunuyor. İşinin başındaki Mustafa, Süryani de Hıristiyan da değil. Müslüman ve Kürtçe konuşuyor. Süryani ustasının kendisine miras bıraktığı geleneğin son temsilcisi. O da yaklaşık on kadar çırak yetiştirmiş. Kendisine iş veren manastırlar eksik olmuyor; kimi sütunlarını güçlendirmesi, kimi oyma bir kapıyı yeniden yapması için... Geleneksel tarza uygun biçimde yenileme çalışmaları şehirde de artmış. Tarihi mirasın turistik değerini fark eden belediye kendisine pek çok iş veriyor.

Manastırlar turistik merkeze dönüştü

Turabdin'de sayıları epey azalsa da günümüze ulaşan manastırlar da var. Dünyanın çeşitli yerlerindeki Süryaniler, özellikle 2000'lerin başında hayata geçirilen Avrupa Birliği Uyum Yasaları'nın ardından daha sıklıkla bu manastırları ziyaret ediyor. Çoğu kişi turistik niyetler taşısa da, doğan çocuğunu vaftiz ettirmek, hatta manastırda yaşamak için gelenler de var. Manastırlarda Ortaçağ'daki sistem sürüyor; kadınlar ekmek yapıyor, erkekler tarlaya gidiyor, çocuklar bakım işleriyle uğraşıyor. Meryamana Manastırı'na İstanbul'dan gelmiş papaz adayı Murat, 'İstanbul bana göre değildi, bu bölgeyi keşfedince büyük bir istek duydum, Süryanice öğrenmek için geldim' diyor.

aksam.com.tr / 31 Temmuz 2011 Paza

Dienstag, 26. Juli 2011

Religionsfreiheit: Die Krypta im Gewerbegebiet in Kirchardt

Von Dietmar Hipp, Karlsruhe

Eine christliche Kirche steht in einem Industriegebiet - und soll zusätzlich noch eine Begräbnisstätte bekommen. Darüber ist nun ein bizarr anmutender Streit entbrannt. Die Richter des baden-württembergischen Verwaltungsgerichtshofs müssen eine schwierige Entscheidung treffen.

Hell hebt sich der imposante Kirchenbau samt seinen drei, von vergoldeten Kreuzen gekrönten Türmen ab vom dahinter liegenden Wald - nur noch überragt von einem rotgestrichenen Silo der benachbarten Verpackungsfabrik.

Die syrisch-orthodoxe Kirche "Mor Gabriel", Sankt Gabriel, mit 300 Sitzplätzen im Innern, steht im Industriegebiet von Kirchardt, einem 3700-Seelen-Ort im Landkreis Heilbronn. Um diese christliche Kirche ist jetzt ein ganz und gar unchristlicher Rechtsstreit entbrannt, der reichlich grotesk anmutet - und um so erbitterter geführt wird. Die Protagonisten sind ein resoluter Bürgermeister und ein eigensinniger Pfarrer, und sieht man von Äußerlichkeiten ab, fühlt man sich fast an die legendären italienischen Streithähne Don Camillo und Peppone erinnert.
Der Vorstand der Kirchengemeinde hat einen kleinen Umbau beantragt - ein Umbau, den man aus religiösen Gründen für notwendig hält, den die Gemeinde Kirchardt aber partout ablehnt: In die Kirche Sankt Gabriel soll eine Krypta eingebaut werden, eine Begräbnisstätte, mitten im Industriegebiet.

Es geht um die immer wieder auftauchende Frage, wie flexibel deutsche Rechtsvorschriften gehandhabt werden müssen, wenn die vom Grundgesetz besonders geschützte "ungestörte Religionsausübung" betroffen ist. Doch während solche Konflikte sonst vor allem mit Muslimen entstehen, streiten hier Christen mit Christen darüber, was zum Schutz der Religionsfreiheit gehört, und was nicht. Und um so deutlicher wird in diesem Fall, wie schnell man sich in solchen Streitigkeiten in Prinzipien verrennt, wo eine schiedliche Lösung doch auf der Hand liegen würde.

Der Abstellraum soll in eine Grabstätte verwandelt werden

Die syrisch-orthodoxen Christen kamen aus dem Südosten der Türkei nach Kirchardt, zuerst in den siebziger Jahren, als Gastarbeiter beim Autobahnbau, später als wegen ihrer Religion verfolgte Asylbewerber. Ihr Glaube geht auf die Urchristen zurück, noch heute sprechen sie aramäisch, die Sprache Jesu.

Auch in Warburg, in Nordrhein-Westfalen, gibt es einen ähnlichen Streit, doch der Kirchardter Konflikt ist schon wesentlich weiter gediehen. Die baden-württembergischen Gerichte haben die sogenannte Nutzungsänderung zunächst aus allgemeinen Erwägungen abgelehnt, doch die Richter des Bundesverwaltungsgerichts gaben sich damit nicht zufrieden. Sie gaben den Kollegen des baden-württembergischen Verwaltungsgerichtshofs (VGH) auf, sich den Fall noch einmal genauer - und vor allem wohlwollender - anzusehen. In diesen Tagen nun müssen die VGH-Richter ihr Urteil finden, das an diesem Dienstagabend verkündet werden soll.
"Wir haben nun ein paar Tage Zeit, alles abzuwägen und zu überlegen", so der Vorsitzende VGH-Richter Klaus Schaeffer am vergangenen Mittwoch, "und wir treffen dann hoffentlich die richtige Entscheidung".

Darüber, was richtig ist, und was nicht, werden die Meinungen in Kirchardt aber mit Sicherheit wieder einmal auseinandergehen. Die Richter sehen sich in ihren rechtlichen Überlegungen jedenfalls konfrontiert mit einer schier endlosen Hakelei.
An der Spitze der Krypta-Gegner steht Bürgermeister Rudi Kübler, ein umtriebiger, direkter Typ, mit leuchtend blauen Augen und kurzen, stahlgrauen Haaren, dessen braungebranntem Teint und sportlicher Figur man nicht ansieht, dass er schon seit 27 ununterbrochen im Amt ist.

Für die Krypta kämpft Pfarrer Iza Demir, ein kleiner, untersetzter, immer freundlich, aber auch etwas undurchsichtig blickender Mann, mit schwarz-grauem Vollbart, gehüllt in einen bodenlangen Talar, mit einer kreisrunden, schwarzen Kopfbedeckung, und einem silbernen, orthodoxen Kreuz vor dem Bauch.
Kübler spricht bei der Verhandlung im Kirchardter Rathaus zunächst von den Plänen der Kommune: Südlich der Kirche, wo bis jetzt nur Maisfelder sind, soll das Industriegebiet erweitert werden, und die benachbarte Fabrik, die europaweit führend ist in der Herstellung von Holzpaletten, soll dort drei neue Produktionshallen bekommen. Demirs Kirche wäre dann fast komplett von Fabrikhallen umstellt, im "Mehrschichtbetrieb", wie Kübler bissig hinzufügt.

Der Bürgermeister fühlt sich hintergangen


Die Umbaupläne von Pfarrer Demir muten dagegen eigentlich bescheiden an. Nur der kleine Abstellraum unter dem Chorbau, mit Zugang von außen, soll in eine Grabstätte mit zehn Liegeplätzen für Sarkophage umgewandelt werden.

Pfarrer Demir hat ein ganz besonderes Interesse an dem Projekt: Es soll nämlich sein eigener Grabbau werden - und der seiner Nachfolger. "Wenn wir sterben, kommen wir nicht auf einen normalen Friedhof, sondern in eine Krypta", sagt Pfarrer Demir, "das gilt für den gesamten syrisch-orthodoxen Klerus.

Bürgermeister Kübler fühlt sich von dem Gottesmann hintergangen: Schon beim Bauantrag für die Kirche war die Krypta vorgesehen - doch eine Begräbnisstätte im Industriegebiet habe der Gemeinderat ausdrücklich abgelehnt. Erst als der Architekt auf den Plänen das Wort "Krypta" durchstrich und "Lagerraum" darüber schrieb, habe man zugestimmt, sagt Kübler, und seine Stimme wird laut: "Es war für uns nicht ersichtlich, dass man das weiter plant".

Hätte es denn damals einen alternativen Bauplatz in einem Wohngebiet gegeben, will Richter Schaeffer wissen. Nein, sagen Demirs Leute. Ja, sagen die von Kübler, die Gabriel-Gemeinde habe den Standort des günstigen Preises wegen gewählt.
Wie groß diese Kirchengemeinde sei, will der Vorsitzende wissen. 433 Mitglieder, sagt der Kirchenanwalt. In der ganzen Kommune gebe es 760 syrisch-orthodoxe Christen, davon gehörten nach seinen Berechnungen 581 zu zwei weiteren syrisch-orthodoxen Gemeinden in Kirchardt und Umgebungsagt Kübler. Blieben für Demirs Kirchbau also nur noch 190 Kirchardter übrig.

Ist denn die Grablege unter der Kirche notwendig? Nein, schimpft Bürgermeister Kübler. Die anderen syrisch-orthodoxen Gemeinden hätten auch keine Krypta, und sagten, "das brauchen wir nicht". Demirs Anwalt dagegen verweist auf die orthodoxen Schriften, in denen es heißt, der Priester sei zu bestatten "unter dem Altar, an dem er gedient hat".

Zehn Grablätze sind ohnehin viel zu viele, meint die Kommune. Man befürchtet, es kämen auch Pfarer aus anderen aramäischen Gemeinden dort hinein. Die Kirchenleute sind bereit zuzusichern, dass das nicht geschieht. Der Kommune reicht das nicht. "Irgendwann haben wir da mal eine Begräbnisstätte wie im Petersdom", sagt deren Anwalt, "nur liegen da dann die Pfarrer von Kirchardt drin."

Richter Schaeffer versucht es mit einem Witz: "Wir haben ja jetzt die ganz groteske Situation, dass wir uns überlegen müssen, wie es wäre, wenn sie dort unten liegen", sagt er zu Pfarrer Demir. Pfarrer Demir lacht.

"Ich kann das meiner Bevölkerung gegenüber nicht rechtfertigen"
Auf Seiten Küblers nimmt man den Hinweis dagegen offenbar allzu wörtlich. Es gebe da solche "Horrorfilme", sagt der beigeladene Geschäftsführer einer Maschinenbau-Fabrik, da sei es "nicht gerade so angenehm, wenn neben der Grabstätte die Kreissäuge läuft". Und Küblers Anwalt erwähnt die Privatwohnung im Untergeschoss der Kirche liege, deren Küche an die geplante Krypta grenzt - er werde da "an Frankenstein erinnert". Was endlich auch dem Anwalt Demirs Gelegenheit gibt, sich mal kurz aufzuregen.

Kübler und seine Leute echauffieren sich dagegen ein ums andere Mal über die "Salamitaktik" der Gegenseite - wenn man jetzt die Krypta genehmige, "dann planen die als nächstes ein Kloster". Deren Anwalt weist süffisant darauf hin, dass es das übergeordnete Regierungspräsidium war, das ausdrücklich vorgeschlagen habe, zunächst auf die Krypta zu verzichten, und sie dann nachträglich genehmigen zu lassen.

Davon habe er nichts gewusst, schäumt Kübler. Hätte er besser mal nachgefragt, kontert der Anwalt der Kirchengemeinde.
Es habe eine Unterschriftenaktion gegen die Krypta gegeben, sagt Kübler. Von Kübler inszeniert, sagt Demir nach der Verhandlung.
Kübler will keine Prozessionen zur Krypta. Zur Krypta gebe es keine Prozessionen, sagt Demir, nur der Pfarrer gehe dort hin, aber "wenn andere mitwollen, dürfen die natürlich auch mit hinein".

Im Nahen Speyerer Dom lägen doch auch Sarkophage, ohne dass sich jemand stört, wirft die beisitzende Richterin vorsichtig ein. "Das ist historisch bedingt", sagt Kübler, "das ist der deutsche Kaiser" sagt sein Anwalt. Und kein syrisch-orthodoxer Priester aus dem Gebiet der Türkei.

Schließlich schlägt Richter Schaeffer einen Vergleich vor: Die Krypta soll nur vom Kircheninneren aus zugänglich sein, und die geplanten zehn Grabplätze sollen auf fünf reduziert werden. Demir würde zustimmen, doch Kübler lehnt ab. "Ich kann das meiner Bevölkerung gegenüber nicht rechtfertigen, wenn ich sage, ich akzeptiere das, haben wir hier einen Bürgerkrieg."

"Es war eine sehr informative und interessante Verhandlung", sagte Schaeffer zum Schluss der Verhandlung. Das Urteil, das er und seine Kollegen nun sprechen müssen, werde "vielleicht nicht das letzte Wort sein".

Damit dürfte er Recht haben. Denn wer immer verliert - er wird wieder das Bundesverwaltungsgericht anrufen.

Und sollte dort die Kirchengemeinde obsiegen, wäre nur der baurechtliche Teil des Streits geklärt. Die Krypta, grinst einer auf Küblers Seite, könnte man dann ja immer noch nach dem Bestattungsrecht verbieten.

© SPIEGEL ONLINE 2011 / 26.07.2011

Bischof überfallen: Prozess gegen Drahtzieher vertagt

Auf der Anklagebank: Aslan K. (64) aus Wiesbaden. Foto: Benner

ܐܬܦܬܚ ܒܝܬ ܕܝܢܐ ܠܘܩܒܠ ܐܨܠܢ ܩ̄ ܪܝܫܐ ܥܬܝܩܐ ܕܡܘܬܒܐ ܐܘܡܬܢܝܐ ܕܡܪܥܝܬܐ ܕܐܠܡܢܝܐ ܥܠ ܨܒܘܬܐ ܕܠܡ ܗܘ ܓܪܓ ܕܢܡܚܘܢ ܗܢܘܢ ܬܠܬܐ ܡܰܚ̈ܳܝܶܐ ܠܚܣܝܐ ܕܡܪܥܝܬܐ ܕܐܠܡܢܝܐ ܡܪܝ ܝܘܠܝܘܣ ܚܢܢܐ ܐܝܕܝܢ ܒܝܪܚ ܢܝܣܢ ܕܐܫܬܩܕܝ. ܠܦܘܬ ܛܒܐ ܗܢܐ ܕܣܦܪ ܝܘܡܐ ܕܘܪܒܘܪܓ ܐܬܬܗܝ ܡܦܩ ܒܪܘܚܐ ܕܝܠܗ ܒܒܝܬ ܕܝܢܐ ܠܐܪܒܥܐ ܒܐܒ ܝܪܚܐ ܕܩܕܡ. ܚܕܥܣܪ ܒܢܝܣܢ ܕܗܕܐ ܫܢܬܐ ܐܬܓܙܪ ܗܘܐ ܥܠ ܗܢܘܢ ܡܚ̈ܝܐ ܚܒܘܫܝܐ ܫܒܥ ܫܢܝ̈ܢ ܠܣܘܪܝܝܐ ܦܰܕܺܝ ܡܠܟܶܐ ܘܠܬܘܪܟܝܐ ܬܠܬ ܫܢܝ̈ܢ ܘܦܠܓܐ ܘܠܗܘ ܕܡܢ ܨܪܺܝ ܠܰܢܟܰܐ ܐܪܒܥ ܫܢܝ̈ܢ ܘܦܠܓܐ. ܛܒܐ ܕܥܠ ܡܚ̈ܘܬܐ ܕܠܚܣܝܐ ܣܘܪܝܝܐ ܢܦܩ ܒܟܠ ܙܒܢ ܒܣܦܪ ܝܘ̈ܡܐ، ܒܦܪܳܣ ܚܙܘ̈ܢܐ ܘܒܦܪܣ ܩ̈ܠܐ ܪܘܪ̈ܒܐ ܓܘܢ̈ܝܐ ܕܐܠܡܢܝܐ ܘܗܟܢܐ ܐܒܶܐܫ ܣܓܝ ܫܡܐ ܕܣܘܪ̈ܝܝܐ ܘܕܥܕܬܐ ܣܘܪܝܝܬܐ ܒܐܠܡܢܝܐ.

64 Jahre alter Angeklagter erklärt Gericht für befangen

Dienstag, 26. Juli 2011 / - 07:29 Uhr

Von Ralf Benner

Warburg (WB). Aslan K. aus Wiesbaden, der mutmaßliche Drahtzieher des brutalen Überfalls auf das Oberhaupt der syrisch-orthodoxen Kirche in Nord-Deutschland, Bischof Julius Hanna Aydin (64), steht seit gestern vor Gericht.

Der Überfall hatte sich am 15. April 2010 am Sitz der Norddiözese, im Kloster St. Jakob in Warburg (Kreis Höxter) ereignet. Wegen Anstiftung zu schwerem Raub und Körperverletzung muss sich der in der Türkei geborene Aslan K., der die deutsche Staatsangehörigkeit besitzt, vor dem Landgericht Paderborn verantworten.
Zum Prozessauftakt, noch bevor Staatsanwalt Frank Stegen die Anklageschrift verlesen konnte, stellte Prof. Dr. Ralf Neuhaus aus Dortmund, Verteidiger des 64-jährigen Angeklagten, einen Befangenheitsantrag gegen die drei Richter der Kammer unter Vorsitz von Richter Bernd Emminghaus.

Die Strafkammer sei befangen, weil alle drei Richter beim ersten Prozess gegen die drei unmittelbar handelnden Täter über den selben Sachverhalt verhandelt hätten und Aslan K. in ihrer Urteilsbegründung bereits als den mutmaßlichen Auftraggeber und Anstifter des Überfalls genannt hätten, führte Neuhaus aus.

Ob die Kammer befangen ist, darüber müssen nun drei andere Richter am Landgericht Paderborn befinden. Ihre Entscheidung wird aber erst beim nächsten anberaumten Verhandlungstermin der Kammer am 4. August bekanntgegeben. Sollte dem Befangenheitsantrag stattgegeben werden, müsste die Kammer in neuer Besetzung zusammentreten. Der Haftbefehl gegen Aslan K. wird unterdessen nicht aufgehoben.
Der Bischof war in Warburg von drei Männern überfallen, misshandelt, gefesselt, geknebelt und ausgeraubt worden. Er hatte dabei erhebliche Verletzungen erlitten. Die drei Täter waren am 11. April von der Strafkammer wegen schweren Raubes und Körperverletzung verurteilt worden. Der Haupttäter, der Syrer Fadi M. (36) aus Wiesbaden, erhielt eine Gefängnisstrafe von sieben Jahren. Seine beiden Komplizen - der Türke Gökhan C. (23) und der in Sri Lanka geborene Dinesh V. (23) - wurden zu viereinhalb und fünfeinhalb Jahren Haft verurteilt. Fadi M. und Gökhan C. haben gegen das Urteil mittlerweile Revision eingelegt.

Bei Aslan K. handelt es sich um den ehemaligen Vorsitzenden des Diözesanrates der syrisch-orthodoxen Kirche, dem innerkirchlichen Widersacher des Bischofs.
westfalen-blatt.de

Schutzpatron Mor Had Bschabo in Hausen gedacht

Im Kirchenneubau der syrisch-orthodoxen Gemeinde Mor Had Bschabo in Hausen wird auch dem ehemaligen katholischen Gotteshaus mit dem eingemauerten Taufstein aus dem Jahre 1963 gedacht (v.l.): die Kirchenvorstandsmitglieder Malek Yacoub, Semun Arslan (Vorsitzender), Pfrarrer Semun Korkmaz, Yakup Aiydin und Fehmi Baylan (Kulturbeauftragter) vor dem Rohbau des Altarraums. Kinder der Gemeinde gestalteten das Programm des Sommerfestes mit. Fotos: R. Schmidt

26.07.2011 - HAUSEN

Mönch rettete syrisch-orthodoxe Christen in Iwardo im sechsten Jahrhundert vor der Vernichtung, lehrt die Kirchengeschichte

(ger). Schon im 6. Jahrhundert hatte der Heilige der syrisch-orthodoxen Christen, der damalige Mönch Mor Had Bschabo die kleine Stadt Iwardo in der Nachbarschaft der türkischen Stadt Midyat beschützt. Später wurde er umso mehr verehrt und auch heute erzählen sich die Menschen aus dem Tur-Abdin-Gebiet noch, dass er die in deutscher Sprache als „Rosenbrunnen“ bezeichnete Stadt mit ihren Menschen im osmanischen Reich des vorigen Jahrhunderts auf einem Schimmel des Nachts vor der Vernichtung bewahrt habe.

Zu Ehren dieses Schutzpatrons feiern die damaligen Emigranten und heute in Mittelhessen fest verwurzelten Aramäer in ihrer im Jahr 1979 in Hausen gegründeten und nach ihm benannten aramäischen Mor-Had-Bschabo-Gemeinde alljährlich ihr Fest im Sommer.

Pfarrer Semun Korkmaz sprach die Fürbitten und Gebete für die 240 Familien zählende Gemeinde im großen Saal an diesem Sonntag, ganz besonders auch, um an den Heiligen zu erinnern. Kirchenvorstandsvorsitzender Yakub Aydin, Kulturbeauftragter Fehmi Baylan und die Vorstände Yakub Aydin und Malek Yakoub freuten sich, dass trotz schlechten Sommerwetters neben vielen Gemeindemitgliedern aus Pohlheim, und darüber hinaus, auch Nachbarn, Freunde und politische Amtsträger gekommen waren. So konnten sie unter den Gästen unter anderem Pohlheims Stadtverordnetenvorsteher Jakob Ernst Kandel, den Garbenteicher Ortsvorsteher Hartmut Lutz (beide CDU) und den Fraktionsvorsitzenden der Sozialdemokraten Horst Biadala nebst Gattinnen willkommen heißen.

Vor der offiziellen Eröffnung des Gemeindefestes informierte der Kirchenvorstand über den Verlauf der Bauarbeiten im angrenzenden Kirchengebäude. Die durch überwiegend in Eigenleistung und -mittel im Bau befindliche Kirche soll, wenn alles planmäßig verläuft, im Sommer 2012 geweiht werden. Traditionen der syrisch-orthodoxen Gemeinde und Gegenwart sollen in dem Kirchenbau verschmelzen, informierte Aydin und wies dabei auch auf die Vorgeschichte der dort ehemals stehenden katholischen Kirche hin. Um das Andenken an sie zu wahren, wurde eigens der frühere Taufstein aus dem Jahre 1963 im zukünftigen Altarraum sichtbar angebracht. Jetzt wird gerade das große Kreuz für den Kirchturm ausgewählt, informierte Malek Yacoub. Die wohl größte und älteste Gemeinde in Hessen hatte für ihr Fest alles Bestens vorbereitet. Neben Kaffee und Kuchen sowie aramäischen Grillspezialitäten gab es ein Programm aus Gebet, Musik und Unterhaltung. Die Männer begrüßten mit liturgischen Gesängen die Festgäste. Die Kinder erzählten die Geschichte gesanglich von der Gottesrettung von Noah, seiner Familie und den Tieren auf Aramäisch und mit Bildern. Sare Aksoy, Sana Lahdo und Gülcan Yacoub hatten mit den Kindern vorher geübt und auch die Frauen hatten mit ihrem Gesangskreis ihren Auftritt bei Lobgesang und Gebet. Instrumental begleitet wurden sie dabei an der Tanbur und dem Keyboard von Fehmi Baylan. Alle erhielten dafür anerkennenden Beifall. Und auch gesellschaftlich bildete das Gemeindefest eines der Mittelpunkte im Leben der aramäischen Familien. So waren Familienmitglieder auch aus Belgien und Schweden angereist, um sich wieder einmal in gemütlicher Runde in die Arme zu schließen und gemeinsam im Schutz des Heiligen Mor Had Bschabo zu feiern.
usinger-anzeiger.de/

Freitag, 22. Juli 2011

The riddle of the Syriac double dot: it’s the world’s earliest question mark

Image: Extract from the New Testament in Syriac from the sixth century
Credit: British Library Board


"I’d describe it as a significant footnote in the history of writing." Dr Chip Coakley.

Manuscripts written in Syriac, an ancient language of the Middle East, are peppered with mysterious dots. Among them is the vertical double dot or zagwa elaya. A Cambridge academic thinks that the zagwa elaya is the world’s earliest question mark.

Cambridge University manuscript specialist, Dr Chip Coakley has identified what may be the world’s earliest example of a question mark. The symbol in question is two dots, one above the other, similar in appearance to a colon, rather than the familiar squiggle of the modern question mark. The double dot symbol appears in Syriac manuscripts of the Bible dating back to the fifth century.

Syriac is a language of the Middle East with a large Christian literature and its golden age was in the centuries before the rise of Islam. Syriac studies are blessed by the survival of a collection of very early manuscripts, the remnants of one derelict monastery library. In the 1840s, the British Museum stumped up almost £5000 to buy them, and scholars have lived off this purchase ever since.

Manuscripts of the Bible are not even the majority of the collection now in the British Library, but they have their special points of interest. One of these is the way that the graceful and flowing Syriac script is peppered with dots. Some of these dots are well understood, but some are not – some, indeed, probably not even by the scribes, who did not copy them consistently. All this made for a confusing picture, and it needed a patient scholar to start to make sense of it.

One step at least has been taken by Dr Coakley, a manuscript specialist at Cambridge University Library who teaches Syriac to students in the Divinity and Middle Eastern Studies faculties. “When you are sitting round a table reading a Syriac text with students, they ask all kinds of questions – like what the heck does this or that dot mean – and you want to be able to answer them,” said Dr Coakley. “In addition, as I’ve got older I’ve got fascinated by smaller and smaller things like punctuation marks.”

The double dot mark, known to later grammarians as zawga elaya, is written above a word near the start of a sentence to tell the reader that it is a question. It doesn’t appear on all questions: ones with a wh- word don’t need it, just as in English ‘Who is it’ can only be a question (although we use a question mark anyway). But a question like ‘You’re going away?’ needs the question mark to be understood; and in Syriac, zawga elaya marks just these otherwise ambiguous expressions.

“Reading aloud, the same function is served by a rising tone of voice – or at least it is in English – and it is interesting to ponder whether zawga elaya really marks the grammar of the question, or whether it is a direction to someone reading the Bible aloud to modulate their voice,” said Dr Coakley.

Question marks in Greek and Latin script emerged later than in Syriac, with the earliest examples dating from the eighth century. It is likely that these symbols developed independently from each other and from Syriac. Hebrew and Arabic, close neighbours of Syriac, have nothing comparable. Armenian, another neighbour, has a similar mark, but it seems to be later.

Last month Dr Coakley presented his theory that the question mark is a Syriac invention “rather nervously” at a conference in the United States. But so far none of his fellow scholars has come up with an earlier question mark in any other ancient language.

Dr Coakley is quietly thrilled by his finding. “I’d describe it as a significant footnote in the history of writing,” he said. “And it’s satisfying to have made sense of some of those weird dots.”

Bau der syrisch-orthodoxen Kirche Mor Had Bschabo in Hausen/Gießen verzögert sich

Verzögerungen gab es beim Bau der aramäischen Kirche in Hausen, daher muss der Jahrestag von Mor Had‘ Bschabo diesmal noch im Gemeindehaus nebenan stattfinden. Foto: S. Jakob


„Am 20. Juli 2012 wollen wir fertig sein“

22.07.2011 - HAUSEN

Bau der syrisch-orthodoxen Kirche in der Breslauer Straße in Hausen verzögert sich - Am Sonntag wird Jahrestag gefeiert

(snj). „Es lief nicht so, wie wir es uns gewünscht haben.“ Mit diesen Worten kommentierte Semun Arslan, Vorsitzender der syrisch-orthodoxen Kirchengemeinde Hausen, den Fortschritt der Bauarbeiten an der neuen Kirche in der Breslauer Straße, wo einst die ehemalige katholische Kirche stand, die von der Gemeinde 1991 gekauft und Juni 2010 für den Neubau abgerissen wurde. Auf Anfrage des Anzeigers sagte Arslan, dass momentan die Dachbögen angebracht werden.

Die Kirchengemeinde befinde sich zudem noch in Gesprächen mit der Stadtverwaltung bezüglich eines Glockenturms. Vor einem Jahr wurde mit der 650 000 Euro teuren Baumaßnahmen auf dem Gelände der ehemaligen katholischen St.-Hedwig-Kirche begonnen. Damals wurde die Bauzeit auf ein Jahr geschätzt. Doch vor allem der harte Winter habe der Zeitplanung einen Strich durch die Rechnung gemacht. „Ich hoffe, dass die Kirche am 20. Juli 2012 fertiggestellt ist“, sagte der Vorsitzende der Kirchengemeinde. Für die syrisch-orthodoxe Kirche ist der 20. Juli ein besonderer Tag. Jährlich feiern sie dort den Jahrestag ihrer Kirche Mor Had’ Bschabo, diesmal wird zu deren Ehren am kommenden Sonntag, 24. Juli, ab 13.30 Uhr im angrenzenden Gemeindehaus ein Gottesdienst stattfinden. „In spätestens zwei Monaten soll auch das Gemeindehaus verputzt werden“, kündigte Arslan im Gespräch mit dem Anzeiger an.

Der Grundstein für die neue Kirche war bereits im Oktober 2010 gelegt worden. Die Kirche Mor Had‘ Bschabo findet sich in einem Dorf in der Region des Gebirgszuges Tur Abdin (Berg der Knechte Gottes). Dort befindet sich auch die Heimat der syrisch-orthodoxen Christen, der Suyoye, direkt an der syrisch-irakischen Grenze im Südosten der Türkei.

usinger-anzeiger.de

Dienstag, 19. Juli 2011

Yabancı ırk ve millet isimli 'soyadlarımız'

19 Temmuz 2011 Salı 03:00


1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu'nun dayandığı dönemi yaşatan zihniyetinin günümüzdeki 'işlerliğini' Anayasa Mahkemesi'nin son kararında gördük.
Süryani vatandaş Favlus Ay, adını Paulus Bartuma olarak değiştirmek isteyince yine 'ulus kimliğimiz' tehdit altına girmişti!

Toz kondurmadığımız ve ilerleyen 'demokrasi ve hukuk devleti' kalibremiz, 77 yıl öncesinin tornacı ruhuna sahip çıkmıştı...

Süryani vatandaşımızın atalarından gelen ismi, onun öz varlığının değiştirilemez bir vasfı olmaktan çıkıp yine 'ulusal bütünlüğümüze' doğru ilerleyen bir tehlikeye dönüşmüştü.

'Ulusun ad ve soyadı müfettişliğini' yapan Soyadı Kanunu, Türkçe kökenli olmayan soyadlarını tık diye tespit etmişti.
Ve kadim Anadolulu vatandaşın içine doğduğu kültürün onu çağıran 'ismi' yabancı sözcük addedilmişti.

Sahiden, 'yabancı sözcük mezbelesine' dönen Türkiye'de 'yabancı sözcük' ne demekti?
'Ulusal' piyasamız İngilizce'nin gözünü çıkartan logo, isim, marka, tabela kirliliğiyle kaplanmışken, binlerce yıllık Süryani kültürünün ismi mi 'yabancı sözcük' diye milli bünyemizi rahatsız etmişti?

Kendi diline her geçen gün yabancılaşan, dil duygusunu kaybetmiş, günlük hayatını 100 sözcükle özetleyen ülkemizin vatandaşlarının hak ve özgürlüğünün sınırları sakız markaları kadar bile geniş değildi!

Çünkü Süryani vatandaş Favlus Ay'ın karşısına bugüne kadar muhafaza edilen 'Yabancı ırk ve millet isimleriyle soyadı alınamaz' hükmü çıkmıştı.
Favlus Ay da tabii ki bir 'yabancı olmadığı' 50 yüzyıllık Anadolulu olarak, kendi 'sahih' ismini kullanma 'yasağının' anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.

Ay'ın inancı anayasaya göre din ve etnik kökenle değil 'hukuk bağıyla' devletine bağlı bir vatandaş olduğuydu.

Ama Yüksek Mahkeme başvurusunu 8'e karşı 9 oyla reddetti.
Mahkeme kısaca 'ulus bütünlüğünün' algılanabilmesi için kamu yararı ve düzeni niteliğindeki müdahalesini ulus dili ve kimliği etrafında bir dil kimliği anlayışıyla açıklamıştı.

Yani bütün etnik ve kültürel farklılıkların kimlik bilgisi illa Türkçe olacaktı.
Tabii ki yurdumuzda türlü türlü insan hak ihlallerinden biri de insanın özüne ait kimliğinin bile 'ayrımcılıkla' dışarılanmasıydı.

Sivil ve demokratik anayasasını yapmaya kalkışan Türkiye'nin bu asimilasyoncu reflekslerini nasıl aşacağının cevabını bilen var mı bilmiyoruz!

aksam.com.tr

Donnerstag, 14. Juli 2011

Süryaniler'den Soyadı Kararına Tepki

Yuhanna Aktaş, Süryani vatandaş Favlus Ay'ın soyadını değiştirmek için yaptığı başvurunun...

Midyat İlçesi'nde bulunan Süryani Kültür Derneği Başkanı Yuhanna Aktaş, Süryani vatandaş Favlus Ay'ın soyadını değiştirmek için yaptığı başvurunun Anayasa mahkemesince reddedilmesine tepki gösterdi. Çağdaş toplumların en vazgeçilmez unsurlardan birinin, temel hak ve özgürlükler olduğunu belirten Aktaş, "Bu bir insan hakkı ihlalidir" dedi.

Konuyla ilgili yazılı açıklama yapan Süryani Kültür Derneği Başkanı Yuhanna Aktaş, Anayasa Mahkemesi'nin verdiği 'red' kararının Süryanileri derinden üzdüğünü belirterek şöyle dedi:

"Bu bir insan hakkı ihlalidir. Yıllardır sürdürülen üvey evlat muamelesinin bir tezahürüdür. Aynı zamanda asimilasyoncu, ötekileştirici, çağdışı ve yasakçı bir zihniyet olarak görüyoruz. Mevcut yasaların, bu ülkede yaşayan sadece Türk ve Müslüman olanlar için var olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu yasaların çağımıza uymadığını ve bir an evvel değişmesi gerektiğine inanıyoruz. "

'TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN EN ESKİ VATANDAŞLARIYIZ'


Kendilerinin Türk ve Müslüman olmadıklarını, Süryani ve Hıristiyan dinine mensup olduklarını hatırlatan Aktaş şöyle devam etti:

"Ama vatandaşlık bağıyla bağlı ve vatandaşlık görevini layıkıyla yerine getiren Türkiye Cumhuriyeti'nin en eski vatandaşlarıyız. Çok köklü bir tarihimiz ve çok zengin bir kültürümüz var. Kendimize özgü isimlerimiz ve soy adlarımız var. Bu manevi değerlerimizi yaşatmamız için Süryanice soyadı en temel hakkımızdır. Yeni anayasa çalışmalarında, bu ülkenin farklı etnik unsurlarını ötekileştirmeyen, asimile etmeyen, aksine birleştiren, çoğunluğun içinde azınlığın hak ve hürriyetlerinde ayrımcılık yapılmasını engelleyen bir anayasanın yapılmasını istiyoruz. Bu sorunun bu şekilde çözüleceğine inanıyoruz. "

ANAYASA MAHKEMESİ RED ETMİŞTİ

Süryani asıllı Favlus Ay, soyadını Süryanice'de 'ikizin oğlu' anlamına gelen 'Bartuma' olarak değiştirmek için Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açtı. Ancak mahkeme, 1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu'nun, 'Yabancı ırk ve millet isimleriyle soyadı alınamaz' hükmü gerekçesiyle Ay'ın soyadını değiştirme talebini reddetti. Bunun üzerine Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi'nin verdiği kararın Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle dava Anayasa mahkemesine taşındı. Anayasa Mahkemesi, başvuruyu 8'e karşı 9 oyla reddetti.

http://www.midyathabur.com/ sitesinden 14.07.2011

Mittwoch, 13. Juli 2011

AYM'den yabancı soyada izin yok


Yabancı soyad kullanımına Anayasa Mahkemesi’nden veto geldi. Yüksek Mahkeme, yabancı ırk ve millet isimlerinin de soyadı olarak kullanılabilmesi istemini reddetti.

Yüksek Mahkeme üyeleri arasında görüş ayrılığı yaratan, iptal kararına katılmayan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, farklı etnik veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta, bu da milli birlik ve beraberliğe aslında zarar vermektedir” dedi.

Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi, yabancı ırk ve millet isimlerinin de soyismi olarak kullanılabilmesi için 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 3. maddesinde yer alan “…yabancı ırk ve millet isimleriyle…” ibaresinin, iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi ise istemi reddetti. Oyçokluğu ile alınan kararın gerekçesi Resmi Gazete’de yayımlandı. Düzenleme ile vatandaşlar arasında milli birlik ve bütünlüğün sağlanmasının amaçlandığına dikkat çekilen iptal kararının gerekçesinde şu Anayasa’nın eşitlik ilkesi şu ifadelerde yorumlandı:

“Anayasa’nın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.”

-SOYADI BİR DİL KİMLİĞİ ANLAYIŞIDIR-


Bir kimsenin kimliğinin belirlenmesinde en önemli unsur olan soyadın, vazgeçilmez, devredilmez, feragat edilmez ve kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı olduğuna dikkat çekilen gerekçede, soyadı kullanmanın bir yükümlülük olduğuna dikkat çekildi.

Soyadının, bir kimsenin kimliğini belirleme işlevi yanında ailesini ve soyunu belirleme, kişiyi başka ailelerin bireylerinden ayırt etme ya da kişinin hangi kökene, topluluğa veya ulusa ait olduğunu belirleme işlevi bulunduğunun belirtildiği gerekçede, soyadı kuralıyla, birleştirici, bütünleştirici, çoğunluğun içinde azınlığın hak ve hürriyetlerinde ayrımcılık yapılmasını engelleyen, ulusal aidiyet ilkesi içinde anayasal birliktelik altında aynı topraklarda ve ortak atmosferde yaşayan vatandaşlar yönünden ulus kimliği ve dili altında toplanan bir dil kimliği anlayışı getirildiği belirtildi.

Gerekçede, “Ulus bütünlüğünün algılanabilmesi ve aynı iklimde yaşayan insanların tasa ve kıvanç ortaklığı, koruma, kollama, yardımlaşma duygularının devamlılığı ve birbirlerine karşı yabancılaşmalarının önlenmesi nedeniyle yasakoyucunun bu alana müdahale yetkisi, kamu yararı ve kamu düzeni niteliğini içermekte ve takdir yetkisi içinde kalmaktadır” denildi.

-AYRIMCILIK KANISI DOĞURMAKTA-

İptal kararına Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Başkanvekili Osman Alifeyyaz Paksüt, Üyeler Fulya Kantarcıoğlu, Fettah Oto, Engin Yıldırım, Hicabi Dursun, Celal Mümtaz Akıncı ve Erdal Tercan katılmadı. Başkanı Kılıç ve Üye Yıldırım karşıoy yazısında, “Davacı Süryanice bir kelimeyi ‘Bartuma’ soyadı olarak kullanmak istemektedir. Yasa koyucunun, yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı olarak kullanılmasının milli birliğe zarar vereceği endişesiyle hareket ettiği, söz konusu ibareyle de tüm yurttaşlar arasında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı şemsiyesi altında milli birlik ve beraberliği sağlamak amacı taşıdığını söyleyebiliriz. 1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, vatandaşların bir kısmında, özellikle çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta, bu da milli birlik ve beraberliğe aslında zarar vermektedir” denildi.

-YABANCI KELİMESİ VATANDAŞLAR ARASINDA FARKLI ETNİK TOPLULUKLARA MENSUP OLANLARI İMA ETMEMELİ-

Bir insan topluluğunu oluşturan bireylerin ortak kaderi paylaşan bir birlik olma konusundaki iradelerinin millet olgusunun olmazsa olmaz koşulu olduğuna dikkat çekilen karşıoy yazısında, “Dil, din, etnik ve ırk farklılıkları millet olmaya engel değildir. “Yabancı ırk ve millet isimleriyle” ibaresindeki “yabancı” kelimesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik veya dini topluluklara mensup olanları ima edecek şekilde anlaşılmamalıdır” denildi. Mevcut düzenlemenin, bütünleştirici ve birleştirici olmadığı, tam tersine Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı bir ayrımcılığa neden olduğuna dikkat çekilen Başkan Kılıç’ın karşıoy yazısında, şu değerlendirmelere yer verildi:

“Bu durum günümüzdeki insan hakları anlayışının ulaştığı seviye ve demokratik toplum düzeninin gereklilikleriyle de uyuşmamaktadır. Bir ülkede yaşayanların çoğunluğundan farklı etnik veya dini kimlikler taşıyan toplulukların bu farklılıklarını tekçi, homojenleştirici bir anlayışla yok saymak, insan haklarının ihlal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Farklı olmak en temel insan haklarından biri olarak kabul görmektedir. İnsan haklarına dayalı demokratik ve özgür bir toplumda milli dayanışma ruhu ve milli birlik, farklılıkları bastırarak değil, onları tanıyarak, onların zenginliklerden faydalanılarak gerçekleştirilebilir. Egemen unsurlardan farklı çeşitli etnik veya dini gruplara mensup vatandaşların ayrımcılığa uğramamaları anayasal birliktelik açısından hayati öneme haizdir. Çoğunluğun sıradan ve doğal bir şekilde öne sürdüğü ve kullandığı haklardan, çoğunluktan farklı olanların da yararlanması Anayasal hakların bir anlam taşıması için gereklidir.”

Soyadının kişinin onurla taşıması için kendisine tanınmış vazgeçilmez, devredilemez bir kişilik hakkı olduğunun belirtildiği karşıoy yazısında, “Kamu düzeni, genel ahlak ve Türkçe gramatik yapısına uygun olmak kaydıyla kişi dilediği soyadını alabilmelidir” denildi.

Gerekçede, bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir öğesi olan soyadını özgürce seçebilmesinin kendisine tanınmış temel bir kişilik hakkı olduğuna, farklı bir etnisiteye mensup olması nedeniyle bu temel kişilik hakkından mahrum bırakılmasının hukuki ve toplumsal düzende düşünülemeyeceği belirtildi.

-IRKÇILIK UZUN MÜCADELER SONUCUNDA KALDIRILMIŞTIR-


Başkanıvekili Paksüt ise karşıoy yazısında, “Temel hak ve özgürlüklerin doğasından kaynaklanan ve ilgili maddelerde açıkça sayılmayan genel sınırlamalar kapsamında soyadı kullanımı üzerinde kamu düzeninden kaynaklanan bazı sınırlamalar yapılabileceği düşünülebilirse de; kişinin diğer vatandaşlardan ayrılmasını ve tanınmasını, kamusal alanda kimliğinin belirlenmesini sağlama dışında kamu düzeninden kaynaklanan bir sınırlama nedeni olamayacağı, hele ırk temelinde bir düzenleme yapılamayacağı açıktır. Esasen, soyadının resmi dil olan Türkçe’de ve Türk alfabesiyle yazılabilir, okunabilir ve anlaşılabilir olması dışında, soyadının kamu düzenini ilgilendiren bir yönü bulunmamaktadır” dedi.

Dünyada ırkçılığın, uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış ve insan haklarına dayalı çağdaş ülkelerin hepsinde yasaklandığına dikkat çeken Paksüt, “Bu nedenle çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında ırkı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir. Soyadı Kanunu’nun kabulü sırasında toplumsal bütünlüğü sağlama kaygısıyla ve o gün dahi amacını aşan şekilde yasalaştığı anlaşılan kuralın mevzuatımızdan temizlenmesi için iptali gerektiği düşüncesiyle, çoğunluk kararına katılmıyorum” dedi.

-MİLLETİ SADECE SOYADI BAĞLAYAMAZ-

Üyeler Kantarcıoğlu, Oto, Akıncı ve Tercan ise karşıoy yazısında, “Yabancı ırk veya millet ismiyle soyadı alan bir kişinin, sadece bu nedenle bir millete ait olmanın birleştirici özelliklerini taşıyamayacağı varsayımıyla ayırımcılığa bağlı tutulmasının, Anayasa ile bağdaştığı kabul edilemez” değerlendirmesinde bulundu. Üye Dursun ise, “Irk, bir canlı türünde aynı karakteri taşıyan canlıların oluşturduğu alt bölüm olarak tanımlanmaktadır. Millet ise çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk olarak tanımlanmaktadır. Soyadı, genel ahlak ve alfabemizin gramatikal yapısına uygunluk dışında hiç bir sınırlamaya bağlı tutulmaması gerekir” değerlendirmesinde bulundu.

ANKA
12 Temmuz 2011 18:12 - haber7.com /

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI: Soyadınız Türkçe Olacak!



Favlus Ay, soyadını Bartuma olarak değiştirmek istedi. Ancak Anayasa Mahkemesi, 1934 yılındaki Soyadı Kanunu’na dayanarak, Süryanice, Ermenice ve Kürtçe soyadı alınamayacağı yönündeki hükmü korudu.

Ankara - BİA Haber Merkezi
13 Temmuz 2011, Çarşamba

Favlus Ay, 2009 yılında anadilinde soyadı almak için Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi'ne başvurdu.

Süryaniceye uygun olarak, "Tuna ailesi" anlamına gelen Bartuma soyadını almak istiyordu. Ancak önüne engel olarak 1934 tarihli Soyadı Kanunu'nun "yabancı ırk ve millet isimleriyle soyadı alınamaz" hükmü çıktı. 2525 sayılı kanunun 3. maddesi şöyle:

"Madde 3 – Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz."
"Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı"

Favlus Ay, maddede ırksal ve milletsel ayırım yapıldığını belirterek, "Türkçeye ve Türkçe kökenli soyadları lehine ayırım yapılıyor. Durum, açık bir şekilde Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı" dedi. Hükmün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.

Ancak Anayasa Mahkemesi, hükmü korudu. Anayasa Başkanvekili Haşim Kılıç'ın ve 8 üyenin itirazına rağmen 9 üye, Ay'ın, Bartuma olarak anılmaması gerektiğine dair oy verdi.
Kılıç: "Soyadına müdahale insan hakkı ihlalidir"

Böylece Anayasa Mahkemesi, Türkiye'de Süryanice, Kürtçe ve Ermenice soyadları alınamayacağı yönündeki kanunu korudu.

Haşim Kılıç ise, kararı ırkçı bulduğu gerekçesiyle itirazını açıkladı.

Kılıç: "1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, vatandaşların bir kısmında, özellikle çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik ve/veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta. Bu da milli birlik ve beraberliğe zarar vermektedir. Kişinin kendisini ve kimliğini biçimlendiren soyadına müdahalenin kendisi, ayrımcılığa neden olan bir hak ihlalinin türevi olarak değil, başlı başına bir insan hakları ihlali olarak nitelendirilebilir. Bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir öğesi olan soyadını özgürce seçebilmesi kendisine tanınmış temel bir kişilik hakkı olup, soyadları onu taşıyanların kişiliğinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır" dedi. (IC/ŞA)

Anayasa Mahkemesi: Süryani soyadı ülkeyi böler


T24- Favlus Ay, ad ve soyadını Süryanice olan "Paulus Bartuma"la değiştirmek için dava açtı. Davayı gören Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi, Soyadı Kanunu'ndaki “... yabancı ırk ve millet isimleriyle...” ibaresinin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi kanunla "milli birlik ve bütünlüğün sağlanmasının amaçlandığına" dikkat çekerek uygulamayı "hukuka uygun" buldu. Ancak karara katılmayan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde farklı etnik veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta, bu da milli birlik ve beraberliğe aslında zarar vermektedir” diyerek kanunu eleştirdi.

Anayasa Mahkemesi, 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı olarak kullanılamayacağına ilişkin hükmünün iptal istemini oy çokluğuyla reddetti. Yüksek mahkemenin 9 üyesinin aldığı ret kararına Başkan Haşim Kılıç ve 7 üye farklı gerekçelerle katılmadı.

Favlus Ay isimli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, ad ve soyadını Paulus Bartuma olarak değiştirmek için dava açtı. Davacının Süryanice “Bartuma” kelimesini soyadı olarak kullanmak istemiyle açtığı davada, Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi, Soyadı Kanunu'nun “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” hükmünü içeren 3. maddesindeki “... yabancı ırk ve millet isimleriyle...” ibaresinin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurdu.

Yüksek mahkemenin iptal istemini oy çokluğuyla reddine ilişkin kararı Resmi Gazete'de yayımlandı.

Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde, anayasanın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesinin, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusu olduğu, bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitliğin öngörüldüğü belirtildi.

Eşitlik ilkesinin amacının, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemek olduğu ifade edilen gerekçede, bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlalinin yasaklandığı kaydedildi. Yasa önünde eşitliğin, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmeyeceğine işaret edilen gerekçede, “Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa anayasada öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Bir kimsenin kimliğinin belirlenmesinde en önemli unsur olan soyadı vazgeçilmez, devredilmez, feragat edilmez ve kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkıdır” denildi.

Soyadının bir kimsenin kimliğini belirleme işlevi yanında ailesini ve soyunu belirleme, kişiyi başka ailelerin bireylerinden ayırt etme ya da kişinin hangi kökene, topluluğa veya ulusa ait olduğunu belirleme işlevi de bulunduğu belirtilen gerekçede, şunlar kaydedildi:

“Bu işlevleri nedeniyle yasa koyucu, nüfus kayıtlarının düzenli tutulması, resmi belgelerde karışıklığın önlenmesi, soyun belirlenmesi, ailenin korunması, ulusal birliğin sağlanması, dil ve dil kimliğinin korunması gibi sebeplerle soyadı kullanımını yasal düzenlemelerle kural altına almaktadır. Kamu yararı ve kamu düzeni gerekleri uyarınca soyadı kullanımına yapılan bu müdahalede, anayasaya uygun olmak koşuluyla yasa koyucunun takdir hakkının bulunduğu açıktır. Yasa koyucu kural ile birleştirici, bütünleştirici, çoğunluğun içinde azınlığın hak ve hürriyetlerinde ayrımcılık yapılmasını engelleyen, ulusal aidiyet ilkesi içinde anayasal birliktelik altında aynı topraklarda ve ortak atmosferde yaşayan vatandaşlar yönünden ulus kimliği ve dili altında toplanan bir dil kimliği anlayışı getirmiştir. Ulus bütünlüğünün algılanabilmesi ve aynı iklimde yaşayan insanların tasa ve kıvanç ortaklığı, koruma, kollama, yardımlaşma duygularının devamlılığı ve birbirlerine karşı yabancılaşmalarının önlenmesi nedeniyle yasa koyucunun bu alana müdahale yetkisi, kamu yararı ve kamu düzeni niteliğini içermekte ve takdir yetkisi içinde kalmaktadır.”

Gerekçede, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de soyadı kullanımıyla ilgili başvuruları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 8. maddesinde yer alan “özel hayatın ve aile hayatının korunması” ilkesi kapsamında incelediği ve kararlarında “nüfusun eksiksiz olarak kaydedilmesi, kişisel kimlik saptaması veya belli bir ismi taşıyanların belli bir aile ile bağlantılarının kurulabilmesi gibi kamu yararının gerekleri uyarınca soyadı değiştirme imkanına yasal sınırlamalar getirilebileceği, ulusal yasa koyucunun bu sınırlamaları da kendi devletiyle ilgili tarihi ve siyasal yapısına bağlı kalarak seçmesinde takdir hakkının bulunduğunu” belirttiği hatırlatıldı.

Kuralın yeni alınacak soyadını yabancı ırk ve millet ismi olarak almak isteyen herkese ayrım gözetmeksizin uygulandığı belirtilen gerekçede, bu nedenle kuralın anayasanın eşitlik ilkesine aykırı yönü bulunmadığı kaydedildi.


Başkan Kılıç ve 7 üye çoğunluk görüşüne katılmadı



Anayasa Mahkemesinin 8'e karşı 9 üyenin oyuyla verdiği kararda, çoğunluk görüşüne Başkan Haşim Kılıç ile 7 üye katılmadı.

Başkan Haşim Kılıç ve üye Engin Yıldırım'ın karşı oy gerekçesinde dil, din, etnik ve ırk farklılıklarının millet olmaya engel teşkil etmediği, “yabancı ırk ve millet isimleriyle” ibaresindeki “yabancı” kelimesinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik ve/veya dini topluluklara mensup olanları ima edecek şekilde anlaşılmaması gerektiği belirtildi.

“İtiraz konusu kural, mevcut şekliyle bütünleştirici ve birleştirici olmamakta, tam tersine anayasanın 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesine aykırı bir ayrımcılığa neden olmaktadır” görüşüne yer verilen karşı oy gerekçesinde, şöyle denildi:

“Bu durum günümüzdeki insan hakları anlayışının ulaştığı seviye ve demokratik toplum düzeninin gereklilikleriyle de uyuşmamaktadır. Bir ülkede yaşayanların çoğunluğundan farklı etnik ve/veya dini kimlikler taşıyan toplulukların bu farklılıklarını tekçi, homojenleştirici bir anlayışla yok saymak, insan haklarının ihlal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Farklı olmak en temel insan haklarından biri olarak kabul görmektedir. İnsan haklarına dayalı demokratik ve özgür bir toplumda milli dayanışma ruhu ve milli birlik, farklılıkları bastırarak değil onları tanıyarak, onların zenginliklerden faydalanılarak gerçekleştirilebilir. Egemen unsurlardan farklı çeşitli etnik ve/veya dini gruplara mensup vatandaşların ayrımcılığa uğramamaları anayasal birliktelik açısından hayati önemi haizdir. Çoğunluğun sıradan ve doğal bir şekilde öne sürdüğü ve kullandığı haklardan çoğunluktan farklı olanların da yararlanması anayasal hakların anlam taşıması için gereklidir.”

Anayasanın 10. maddesine göre, herkesin kanun önünde eşit olduğu ve eşitlik ilkesinin bu ilkeden yararlananlar için temel bir hak sayıldığı belirtilen karşı oy gerekçesinde, “Yani eşit işlem görmeyi ya da ayrım gözetilmemesini isteme hakkı doğurmaktadır. 10. maddede belirtilen özellikler bakımından dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep bakımından ayırım yapan bir kanun anayasaya aykırı olacaktır” denildi.

Anayasa Mahkemesi içtihatlarında aynı durumda bulunan kişilerden bir kısmına farklı kurallar uygulanmasının eşitliğe aykırı olduğunun kabul edildiği vurgulanan karşı oy gerekçesinde, şu görüşlere yer verildi:

“Kişi mevcut soyadını Türkçe kökenli bir sözcükle değiştirmek için mahkemeye başvurduğunda yasal bir sorunla karşılaşmazken kamu düzenine aykırı anlam içermeyen, Türk dilinin gramatik yapısına, fonetiğine uygun ancak Türkçe kökenli olmayan bir sözcüğü soyadı olarak kullanmak isteyenler hukuki engellerle karşılaşmaktadır. Böylece hukuksal durumu aynı olan kişiler farklı işlemlerle karşılaşmakta, bu da anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil etmektedir.

Soyadı, kişiyi diğer kişilerden ayırmaya yarayan hukuki bir araç olarak onun kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kendine özgü kişiliği ve özvarlığı olan her birey başkalarından ad ve soyadı ile ayırt edilir ve toplum hayatına bu şekilde katılır. Bu nedenle soyadı kişinin onurla taşıması için kendisine tanınmış vazgeçilmez, devredilemez, kişiye sıkı surette bağlı temel bir kişilik hakkıdır. Bireyin diğer kişilerden ayırt edilmesini sağlayan, toplumdaki konumunu açıklamaya yarayan ve soyunun işareti olan soyadını temel bir kişilik hakkı olarak hiçbir sınırlamaya bağlı olmadan kullanması ve onu istemediği sürece değiştirmeye zorlanmaması, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının doğal bir sonucudur. Demokraside özgürlük asıl, sınırlandırma ise istisnadır. Soyadı mutlak bir hak olup yasayla özel olarak korunmaktadır. Kural olarak kişinin istediği herhangi bir adı veya soyadını alması serbesttir. Devlet müdahalesi bu alanda istisna teşkil eder. Kamu düzeni, genel ahlak ve Türkçe gramatik yapısına uygun olmak kaydıyla kişi dilediği soyadını alabilmelidir.”

Soyadı kullanma hakkı anayasanın diğer maddelerinde belirtilen hiç bir temel hak ve özgürlüğün kapsamında olmadığından bu eylem hususunda lex specialis (özel hüküm) bulunmadığı, anayasanın “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” şeklindeki 17. maddesinin ilk fıkrası lex generalis (genel hüküm) olduğundan soyadının maddi ve manevi varlığı geliştirme hakkı içinde olduğu savunuldu.

Gerekçede, “Bireyin kişiliğini geliştirmesi kendini tanımlama dolayısıyla adlandırma hakkını içermektedir. Özgürlüğün temelinde kişinin kendi var oluşunu kendisinin tanımlama hakkı vardır. Kişinin tercih ve tanımlama haklarına sahip olması özerk ve özgür bir birey olarak toplumsal yaşamı zenginleştirmesine önemli katkı yapacaktır. Özel olanla kamusal olanın kesiştiği bir noktada bulunan, kişinin kendisini ve kimliğini biçimlendiren soyadına müdahalenin kendisi ayrımcılığa neden olan bir hak ihlalinin türevi olarak değil başlı başına bir insan hakları ihlali olarak nitelendirilebilir” denildi.


Diğer üyelerin karşı oy gerekçeleri


Başkanvekili Osman Paksüt de karşı oy gerekçesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ırk esasına göre kurulmadığını belirterek, “Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir' şeklindeki veciz sözünün anlamı Türk milleti kavramının Türk ırkı ile eş anlamlı olmadığıdır” ifadesini kullandı.

Paksüt, gerekçesinde şu görüşlere yer verdi:

“Esasen, soyadının resmi dil olan Türkçede ve Türk alfabesiyle yazılabilir, okunabilir ve anlaşılabilir olması dışında, soyadının kamu düzenini ilgilendiren bir yönü bulunmamaktadır. Dünyada ırkçılık uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış ve insan haklarına dayalı çağdaş ülkelerin hepsinde yasaklanmıştır. Bu nedenle çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti'nin yasalarında ırkı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir. Soyadı Kanunu'nun kabulü sırasında toplumsal bütünlüğü sağlama kaygısıyla ve o gün dahi amacını aşan şekilde yasalaştığı anlaşılan kuralın mevzuatımızdan temizlenmesi için iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk kararına katılmıyorum.”

Üyeler Fulya Kantarcıoğlu, Fettah Oto, Celal Mümtaz Akıncı ve Erdal Tercan'ın karşı oy gerekçelerinde ise hangi etnik kökenden gelirse gelsin Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve millet tanımının içinde yer alan herkesin milli kültür ve medeniyetin oluşmasına katkıda bulunduğunun kabul edilmesi gerektiği belirtildi. Gerekçede, “Burada önemli olan, aynı topraklar üzerinde aynı devletin vatandaşı olarak yaşayanların aralarındaki milli birlik, beraberlik ve dayanışma duygusudur. Başka bir anlatımla, kişinin kendisini o milletin bir bireyi olarak hissedip aynı ortak ideallerin gerçekleşmesine katkıda bulunmasıdır. Yabancı ırk veya millet ismiyle soyadı alan bir kişinin sadece bu nedenle bir millete ait olmanın birleştirici özelliklerini taşıyamayacağı varsayımıyla ayırımcılığa bağlı tutulmasının anayasa ile bağdaştığı kabul edilemez” denildi.

Üye Hicabi Dursun da “Kişiyi var eden, kişiliğini serbestçe geliştirmesini sağlayan ve diğer kişilerden farklılığını ortaya koyan değerlerin korunması ve özgürce geliştirilmesini temin eden maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı, insan haysiyetinin özünü oluşturur. Soyadı kişiyi diğer kişilerden ayırmaya yarayan hukuki bir araçtır. Soyadı bireyin kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda onun toplumdaki konumunu açıklamaya yarar. Genel ahlak ve alfabemizin gramatikal yapısına uygunluk dışında hiçbir sınırlamaya bağlı tutulmaması gerekir” ifadelerine yer verdiği gerekçesiyle çoğunluk görüşüne katılmadı.

t24.com.tr / 13.7.2011

Anayasa Mahkemesi Süryanice soyadını ırkçı maddeyle reddetti


Anayasa Mahkemesi, soyadlarını ‘Bartuna’, ‘Amno ve ‘Hadodo’ yapmak isteyen Süryani şahısların talebini 1934 tarihli soyadı kanunundaki ‘ırkçı’ gerekçeyle 8’e karşı 9 oyla reddetti.

Anayasa Mahkemesi; Türkiye’de Kürtçe, Ermenice, Süryanice soyadları alınamayacağı yönünde karar aldı. Karar Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Başkanvekili Osman Paksüt başta olmak üzere 8 üyenin muhalefetine rağmen 9 oyla alındı. Anayasa Mahkemesi, İsviçre’de yaşayan ve 2009 yılında “Ay” soyadını kullan bir vatandaş Süryanice “Tuna ailesi” anlamına gelen “Bartuma” soyadını kullanmak istemesine izin vermedi. 8’e karşı 9 oyla alınan kararda, soyadı için ulus devlet vurgusu yapılması dikkat çekti. İptal kararı alınmasında etkili olan çoğunluk görüşünde, iptali istenen yasa maddesi için şu değerlendirme dikkat çekti:

‘Ulus bütünlüğü’ gerekçe yapıldı

“Yasa koyucu kural ile birleştirici, bütünleştirici, çoğunluğun içinde azınlığın hak ve hürriyetlerinde ayrımcılık yapılmasını engelleyen, ulusal aidiyet ilkesi içinde anayasal birliktelik altında aynı topraklarda ve ortak atmosferde yaşayan vatandaşlar yönünden ulus kimliği ve dili altında toplanan bir dil kimliği anlayışı getirmiştir. Ulus bütünlüğünün algılanabilmesi ve aynı iklimde yaşayan insanların tasa ve kıvanç ortaklığı, koruma, kollama, yardımlaşma duygularının devamlılığı ve birbirlerine karşı yabancılaşmalarının önlenmesi nedeniyle yasa koyucunun bu alana müdahale yetkisi, kamu yararı ve kamu düzeni niteliğini içermekte ve takdir yetkisi içinde kalmaktadır.”

Anayasa Mahkemesi’nin gündemine gelen olay 2009 yılında “Ay” soyadını kullan bir vatandaş Süryanice “Tuna ailesi” anlamına gelen “Bartuna” soyadını kullanmak için Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açması ile başladı. Soyadı konusundaki yargılama sürerken, Avukat Rudi Sümer, Mahkemeye, Soyadı Kanunu 3. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmasını istedi. Mahkeme de başvuruyu yerinde görerek kanundaki yasağın Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı olduğuna karar verdi. Midyat’ta yaşayan Yezidi kökenli bir başka İsviçre ve Türk vatandaşı şahıs Süryanice “güvenilir kişi” anlamına gelen “Amno” soyadını Türkiye’de de kullanmak için 2007 yılında Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açmış, mahkeme ise yasa hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. Ancak Mahkeme, Amno soyadının Soyadı Kanunu 3. maddesine aykırı olduğunu belirterek, talebi reddetti.Bir yıl sonra da Demircioğlu soyadlı bir Süryani vatandaş, “Hadodo” soyadını almak için başvurdu. Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi, aynı gerekçe ile bu vatandaşın talebini de reddetti. İki davanın mahkeme tarafından reddedilmesi üzerine Avukat Rudi Sümer, iki davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdı. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Paksüt, karşı oy gerekçesinde “Yasalarda ırk’ı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir” dedi.

Soyadı kanunu 1934’te çıkarıldı

Soyadı Kanunu 1934 yılında çıkarıldı ve 75 yıldır yürürlükte. Soyadı Kanunu’nun 3. maddesi “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” diyor. LÜTFİ KAPLAN ANKARA

Soyadını belirlemek en tabii insan hakkı

İptal görüşüne katılmayan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Başkanvekili Osman Ali Feyyaz Paksüt, Fulya Kantarcıoğlu, Fettah Oto, Engin Yıldırım, Hicabi Dursun, Celal Mümtaz Akıncı ve Erdal Tercan ırkçılık vurgusu yaptı. Haşim Kılıç, iptali istenen madde için “1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, vatandaşların bir kısmında, özellikle çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik ve/veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta, bu da milli birlik ve beraberliğe aslında zarar vermektedir. Kişinin kendisini ve kimliğini biçimlendiren soyadına müdahalenin kendisi, ayrımcılığa neden olan bir hak ihlalinin türevi olarak değil, başlı başına bir insan hakları ihlali olarak nitelendirilebilir. Bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir öğesi olan soyadını özgürce seçebilmesi kendisine tanınmış temel bir kişilik hakkı olup, soyadları onu taşıyanların kişiliğinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır.” tebpitinde bulundu.
stargazete.com / 13.7.2011

Anayasa Mahkemesi'nden Irkçı Karar

Anayasa Mahkemesi, Kürtlere, Ermenilere, Çerkezlere, Süryanilere kendi dillerinde soyadı yasağı getiren düzenlemeyi "hukuka uygun" buldu.

İDİL FIRAT -ANF

Anayasa Mahkemesi, Kürtlere, Ermenilere, Çerkezlere, Süryanilere kendi dillerinde soyadı yasağı getiren düzenlemeyi "hukuka uygun" buldu. Karar, Yüksek Mahkeme'nin başkanını dahi çileden çıkardı. Başkan "Ayrımcılık yapılıyor", Başkanvekili "Irkçılık yapılıyor" dedi; diğer üyeler ise "Ulus kimliği korunmalıdır" diyerek, yasağı savundu.

Anayasa Mahkemesi, 1934 yılında konulan soyadı yasağını aradan 77 yıla karşın korudu. Çağdışı yasak yabancı isimlerin soyadı olarak kullanılamayacağına hükmediyordu. Mahkeme, yasakçı zihniyetin devamına karar verdi.

Süryani bir vatandaş olan Favlus Ay, adını ve soyadını Paulus Bartuma olarak değiştirmek için dava açtı. Almak istediği soyadı Bartuma Süryaniceydi. Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi'ne başvurdu. Ancak, 1934'te çıkarılan Soyadı Kanunu'nun "yabancı ırk ve millet isimleriyle soyadı alınamaz" hükmü, Ay'ın soyadını değiştirmesini engelliyordu.

AYRIMCILIK YAPILIYOR

Favlus Ay, bu düzenlemenin iptali için Mahkemeden Anayasa Mahkemesi'ne başvurmasını istedi. Ay, düzenlemenin Türkçe kökenli olmayan soyadlarının kullanımına engel olduğu, dolayısıyla söz konusu düzenlemenin ırksal ve milletsel ayırım yaptığını belirtti. Anayasa'nın eşitlik ilkesi uyarınca açıkça ırklara dayalı ayırım yapılamayacağına dikkat çeken Ay, Türkçeye ve Türkçe kökenli soyadları lehine ayırım yapıldığını bu durumun da açık bir şekilde eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirtti. Midyat Mahkemesi de Anayasa Mahkemesi'ne başvuru kararı aldı. Yerel Mahkeme, Yüksek Mahkeme'ye verdiği başvuru dilekçesinde şu gerekçeleri ileri sürdü:

"Osmanlı Devleti'nden bu yana onlarca dilden ve ırktan insan Devletimizin sınırları dahilinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Demokratik ve çağdaş toplumların en vazgeçilmez unsurlarında biri, elbette ki temel hak ve özgürlüklerdir. Bu hakların başında insanın maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı ve bu hak kapsamında yorumlanan diğer haklar da girmektedir. Toplumların kendi örf ve adetlerini yaşamları ve kültürlerini geliştirmelerine imkan sağlamak, Devlet'in asli görevleri arasında yer almaktadır. Bu kapsamda da günümüzde insanların diledikleri soy isimleri, kamu düzenine, genel ahlaka ve Türk gramatikal yapısına uygun olmak kaydıyla kullanabilmelerine imkan tanınmalıdır."

YASAKÇI ZİHNİYET İŞ BAŞINDA

Yüksek Mahkeme'nin 9 üyesi bu düzenlemeyi Anayasa'ya uygun buldu. Eşitlik ilkesinin "Aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir" diyen üyeler, düzenlemenin eşitlik ilkesine aykırı olmadığını ifade etti. Yasada, “Her Türk öz adından başka soy adını da taşımağa mecburdur” kuralının açıkça belirtildiğine dikkat çeken üyeler, düzenlemeyi şu gerekçelerle savundu:

"Soyadının soyun belirlenmesi, ailenin korunması, ulusal birliğin sağlanması, dil ve dil kimliğinin korunması gibi sebeplerle soyadı kullanımını yasal düzenlemelerle kural altına almaktadır. Kamu yararı ve kamu düzeni gerekleri uyarınca soyadı kullanımına yapılan bu müdahalede, Anayasaya uygun olmak koşuluyla yasakoyucunun takdir hakkının bulunduğu açıktır. Yasakoyucu kural ile birleştirici, bütünleştirici, çoğunluğun içinde azınlığın hak ve hürriyetlerinde ayrımcılık yapılmasını engelleyen, ulusal aidiyet ilkesi içinde anayasal birliktelik altında aynı topraklarda ve ortak atmosferde yaşayan vatandaşlar yönünden ulus kimliği ve dili altında toplanan bir dil kimliği anlayışı getirmiştir.

ULUS BÜTÜNLÜĞÜ İÇİN


Ulus bütünlüğünün algılanabilmesi ve aynı iklimde yaşayan insanların tasa ve kıvanç ortaklığı, koruma, kollama, yardımlaşma duygularının devamlılığı ve birbirlerine karşı yabancılaşmalarının önlenmesi nedeniyle yasakoyucunun bu alana müdahale yetkisi, kamu yararı ve kamu düzeni niteliğini içermekte ve takdir yetkisi içinde kalmaktadır."

BAŞKAN BİLE İSYAN ETTİ


Karara Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da isyan etti. Karara karşı oy kullanan Kılıç, Engin Yıldırım ile birlikte hazırladığı karşı oy gerekçesinde ayrımcılık yapıldığını vurguladı. Kılıç, düzenlemeyi "1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, vatandaşların bir kısmında, özellikle çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik ve/veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta, bu da milli birlik ve beraberliğe aslında zarar vermektedir. Bir insan topluluğunu oluşturan bireylerin ortak kaderi paylaşan bir birlik olma konusundaki iradeleri millet olgusunun olmazsa olmaz koşuludur. Dil, din, etnik ve ırk farklılıkları millet olmaya engel değildir" diye eleştirdi.

FARKLI GRUPLARI YOK SAYAMAZSINIZ

Kılıç, gerekçesinde, "Bir ülkede yaşayanların çoğunluğundan farklı etnik ve/veya dini kimlikler taşıyan toplulukların bu farklılıklarını tekçi, homojenleştirici bir anlayışla yok saymak, insan haklarının ihlallidir. İnsan haklarına dayalı demokratik ve özgür bir toplumda milli dayanışma ruhu ve milli birlik, farklılıkları bastırarak değil, onları tanıyarak, onların zenginliklerden faydalanılarak gerçekleştirilebilir. Egemen unsurlardan farklı çeşitli etnik ve/veya dini gruplara mensup vatandaşların ayrımcılığa uğramamaları anayasal birliktelik açısından hayati öneme haizdir" dedi. Yasanın yeniden düzenlenmesi gerektiğini belirten

Kılıç, şunları kaydetti: "Bireyin diğer kişilerden ayırt edilmesini sağlayan, toplumdaki konumunu açıklamaya yarayan ve soyunun işareti olan soyadını temel bir kişilik hakkı olarak hiçbir sınırlamaya bağlı olmadan kullanması ve onu istemediği sürece değiştirmeye zorlanmaması, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının doğal bir sonucudur. Demokraside özgürlük asıl, sınırlandırma ise istisnadır. Soyadı mutlak bir hak olup, yasayla özel olarak korunmaktadır. Kural olarak kişinin istediği herhangi bir adı veya soyadını alması serbesttir."

BAŞKANVEKİLİ IRKÇILIKLA SUÇLADI

Başkanvekili Osman Paksüt de Mahkemenin kararına karşı çıktı. "Dünyada ırkçılık, uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış ve insan haklarına dayalı çağdaş ülkelerin hepsinde yasaklanmıştır. Bu nedenle çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti'nin yasalarında ırk'ı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir. Soyadı Kanunu'nun kabulü sırasında toplumsal bütünlüğü sağlama kaygısıyla ve o gün dahi amacını aşan şekilde yasalaştığı anlaşılan kuralın mevzuatımızdan temizlenmesi için iptali gerekir" dedi.

Yüksek Mahkeme'nin en eski üyelerinden Fulya Kantarcıoğlu ile Fettah Oto da düzenlemeye tepki gösterdi. İki üye karşı oy gerekçelerinde şu ifadelere yer verdi:

"Hangi etnik kökenden gelirse gelsin Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan ve millet tanımının içinde yer alan herkesin, milli kültür ve medeniyetin oluşmasına katkıda bulunduğunun kabulü gerekir. Burada önemli olan aynı topraklar üzerinde aynı devletin vatandaşı olarak yaşayanların, aralarındaki milli birlik, beraberlik ve dayanışma duygusudur. Başka bir anlatımla, kişinin kendisini o milletin bir bireyi olarak hissedip aynı ortak ideallerin gerçekleşmesine katkıda bulunmasıdır. Yabancı ırk veya millet ismiyle soyadı alan bir kişinin, sadece bu nedenle bir millete ait olmanın birleştirici özelliklerini taşıyamayacağı varsayımıyla ayırımcılığa bağlı tutulmasının, Anayasa ile bağdaştığı kabul edilemez."

Hicabi Dursun, Celal Mümtaz Akıncı ve Erdal Tercan da Mahkemenin kararına tepki gösterdi.

1 OY FARKLA

8 oyun tepkilerine karşın Yüksek Mahkeme'nin Ahmet Akyalçın, Mehmet Erten, Serdar Özgüldür, Serruh Kaleli, Zehra Ayla Perktaş, Recep Kömürcü, Alparslan Altan, Burhan Üstün, Nuri Necipoğlu'dan oluşan 9 üyesi "ulus kimliği" açısından yasağın devamından yana görüş bildirdi. Bir oy farkla, Türk ya da Müslüman olmayanlara; Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Hıristiyanlara ve Yahudilere kendi dillerinde soyadı yasağı sürdürülmüş oldu.

midyathabur.com / 12.7.2011

Anayasa Mahkemesi, soyadı değişikliği talebini reddetti


2011-07-12 14:30:07

MARDİN (CİHAN)- İsviçre’de yaşayan Süryani asıllı Türk vatandaşının soyadı ile ilgili olarak Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne açtığı dava Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi. ...

Anayasa Mahkemesi, soyadı değişikliği talebini reddetti
MARDİN (CİHAN)- İsviçre’de yaşayan Süryani asıllı Türk vatandaşının soyadı ile ilgili olarak Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne açtığı dava Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi.

Avukat Rudi Sümer, İsviçre'de Bartuma, Türkiye ise Ay soyadına sahip olan müvekkilinin Türkiye’deki soyadını Bartuma olarak tasfiye edebilmek için Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açtıklarını söyledi. Yargılama sürecinde soyadı kanununun 3. maddesini davaya uygulanma ihtimaline karşılık yaptıkları talep üzerine konunun Anayasa Mahkemesi’ne taşındığını belirten Sümer, yüksek mahkemenin ise yaklaşık 1,5 yıl süren yargılama sonucunda 8’e karşı 9 oyla başvurunun reddine karar verdiğini söyledi. Avukat Sümer “ Böylece soyadı kanununun 3. maddesi, Anayasa’nın 10. maddesini ihlal etmediğine karar verildi. Mahkemeye şuanda kısa karar gönderildi. Gerekçeli kararı hünez gelmedi.” dedi.
CİHAN

Samstag, 9. Juli 2011

İşte 'Türkiye'nin ilk Hıristiyanı'


The Washington Institute for Near East Policy Gazetesinde imzasıyla çıkan haberde Hıristiyan kimliğiyle milletvekili seçilen BDP'li Erol Dora, Süryani olması nedeniyle Türkiye'nin ilk Hıristiyan'ı gibi sunuldu.

Time Turk / 08 Temmuz 2011 Cuma - 13:55

Soner Çağaptay'ın haberi

Türkiye’nin siyasi karmaşa içerisinde olduğu haberleri arasında -ana muhalefet partisinin Meclisi boykot etmesi, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) seçim zaferini gölgeledi ve Türk siyasi sistemi kilitlenmeyle karşı karşıya kaldı- çok önemli bir gelişme neredeyse gözden kaçırılıyordu. Türkler, 12 Haziranda ülkenin ilk Hristiyan milletvekili olarak Erol Dora’yı seçtiler ve Dora’yı gerçekten de Türkiye’nin “İlk Hristiyanı” hâline getirdiler.

Dora’nın Türk Meclisine seçilmesi, ülkeye yeni bir soluk getirdi. Hristiyanlar, Türkiye’de yasal kotalar nedeniyle 20. Yüzyıl boyunca Meclislerde kayda değer bir sayıya ulaşamadı. Dora, Ankara’daki Mecliste sandalye sahibi olan ilk Hristiyan milletvekili.

Bu büyük bir haber. Hristiyanlar, ülke nüfusunun sadece binde birini oluşturuyor. Müslüman Türkler, sembolik bir girişimle kendilerini temsil etmek üzere bir Hristiyan Türk’ü seçtiler.

Bu gelişme, Türkiye’nin zengin Hristiyan mirasıyla uzlaşması için bir fırsat yarattı. Dahası, neredeyse tamamı Müslüman olan Türkiye’de, muhafazakâr AKP ve liberal-laik muhalefetin etrafında toplanan ülkenin karşıt kampları, liberal bir çatı altında birlikte yaşamayı öğrenebilir.

Dora’nın seçilmesindeki ilk sembolik unsur, Dora’nın fiili bir şekilde Türkiye’nin “İlk Hristiyanı” hâline gelmesidir.

Ne var ki Dora’nın seçilmesinin yarattığı semboller bu kadarla kalmıyor.

Türkiye bugün, ilk sivil anayasasını hazırlamak üzere. Ülkenin hâlihazırdaki Anayasası’nın ordu tarafından hazırlanması nedeniyle, Türklerin tamamı yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu konusunda hemfikir. Ancak yine de akıllarda bazı sorular var. Yeni anayasa, AKP ve muhaliflerinin etrafında toplananlar da dâhil olmak üzere, Türk toplumunun muhalif gruplarını bir arada yaşayabilecekleri şekilde güvence altına alacak mı?

AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesinden bu yana, AKP yanlısı ve karşıtı gruplar arasındaki mücadele, Türkiye’yi neredeyse ikiye böldü. AKP’ye karşı darbe iddialarını, Ergenekon davası izledi.

Muhalefet, hükûmetin davayı sadece darbe iddialarını soruşturmak için değil, aynı zamanda laik ve liberal muhaliflere baskı yapmak için kullandığını söylüyor. Buna ek olarak AKP, bağımsız medyaya büyük vergi cezaları verdi. Dahası yargı, ideolojik kısımlara ayrıldı. Muhafazakâr ve laik güçler, kararlı bir biçimde birbirlerini yok etmeye çalıştı.

Yeni Türkiye’nin reçetesi şu: Yeni anayasa herkese hitap etmeli. Şayet Türkler, kendilerini temsil etmesi için bir Hıristiyan seçebiliyorsa böyle bir anayasa yazabilirler.

AKP, ülke nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan laik ve liberal kesimin, görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir çoğunluk olduğunun farkına varmalıdır. Laik liberaller de Türkiye’nin artık büyük, yerleşik bir İslamcı elit kesime ve siyasi partiye sahip olduğunun farkına varmalıdır.

Türkiye’nin bölünmeden zarar görmemesi için her iki taraf, yeni anayasa için birlikte çalışmalıdır. Bu bölünme -İslam ve demokrasiyi bir araya getiren yegâne örnek olan- ülke ve onu takip eden diğerleri için kötü olur.

Dora’nın işi oldukça zor. Birincisi, kendisi Türk Parlamentosunda bir Kürt partisini temsil etmek üzere seçildi, ikincisi Müslüman seçmenler tarafından seçilmiş bir Hristiyan, üçüncüsü İslamcı muhafazakâr çoğunluğun hâkim olduğu bir Parlamentoda laik bir partinin milletvekili. Ayrıca şiddete karşı siyaset konusu var. Dora’nın partisi BDP, terör ve şiddeti benimseyen Kürdistan İşçi Partisine (PKK) sempatisini gizlemiyor.

Liste henüz bitmedi: Dora ne Türk ne de Kürt, etnik olarak Suriyeli.

Dora, Türkiye’deki bütün ikilikleri bünyesinde barındırıyor: Türklük ve Kürtlük, Hristiyan ve Müslüman, laik ve muhafazakâr, İslamcı ve liberal, şiddete karşı siyasi eylemcilik. Ama aynı zamanda Türkiye'nin geleceği için umudu temsil ediyor.

Dora'nın seçilmesi, Türklerin, şayet onun seçilmesinden ilham alır ve ülkedeki pek çok kimliği ve siyasi emeli bağdaştıran liberal bir anayasa hazırlarlarsa birlikte yaşayabileceklerinin bir işareti.

Syrian Christians concerned about instability at home


The Daily Star / July 07, 2011

By Brooke Anderson

Saydnaya church, 27 kilometers north of Damascus, is second only to Jerusalem for Christian pilgrimage.

Saydnaya church, 27 kilometers north of Damascus, is second only to Jerusalem for Christian pilgrimage.

BEIRUT: As an increasing number of Syrians take to the streets to demand sweeping government reforms, many Syrian Christians are still hesitant to do so – afraid of an uncertain future as a minority that has until now been safe under the current secular government.

“To be honest, everybody’s worried,” Yohana Ibrahim, archbishop of the Syriac Orthodox Church in Aleppo told The Daily Star on a recent visit to Beirut. While he supports the demands for reform being made by the protesters, he emphasizes that he would not want the instability that potentially could come with a change in government and he hopes a national dialogue can soon be reached.

He says: “We don’t want what happened in Iraq to happen in Syria. We don’t want the country to be divided. And we don’t want Christians to leave Syria.”

This is perhaps why many of Syria’s Christians have remained largely silent since the popular uprising began just over three months ago. Most of the protests have taken place after Friday prayers in rural areas, with only minimal turnout in Damascus and Aleppo, the two largest, majority Sunni cities, where also the majority of Syria’s Christians reside.

Syria’s Christians comprise about 10 percent of the country’s population of 20 million. Most are concentrated in the country's large cities, while there are also sizable communities on the coast and in the Hauran region, where the uprising began in March. So far, very few have been prominent in the uprising, which activists say has caused the deaths of more than 1,400 civilians as a result of a violent government crackdown.

Many people believe the community’s relative absence from protests is due to the stability they enjoy under the Alawite-run secular government, which has shown favoritism toward the country’s urban business elite – including secular Muslims and Christians – while taking a hard line against Islamist movements over the past 40 years.

“I’ve met Syrian Christians who’ve defended the regime because it’s not Islamic, but I think this could backfire on them,” says Imad Salamey, associate professor of political science at the Lebanese American University. “If they link themselves to a dictatorial regime that is largely disliked by the Syrian people, then some might think this will justify reprisals against them.”

Others are sympathetic to the idea that Syrian Christians are simply scared of chaos and persecution if the ongoing protests lead to Islamist overthrowing the secular Baath party government, similar to events in Iraq.

“It is the devil we know better than the devil we don't know, I don't blame them,” says Hind Aboud Kabawat, a Syrian Christian who divides her time between Toronto and Damascus, and who won the 2007 Women's Peace Initiative award.

“It is not pleasant to see the Iraqi Christian refugees leaving Iraq after thousands of years of living in Iraq, or seeing Iran after the toppling of the Shah to have the Mullah.”

Historically, in a region of unrest, Syria has been a place of stability and sanctuary for Christians. Tens of thousands fled there to safety following the 2003 U.S.-led invasion of Iraq. And Christian holidays are nationally recognized in Syria.

Still, Kabawat seems to see it as being in Syrian Christians’ long-term interest to support the protesters.

“Remember, if you are a real good Christian you have to side with the oppressed and not with the oppressors,” she says. “It is scary, but if we all fight for a real civil society and include everybody in the system and learn how to accept others things will be fine.”

In fact, Syrian Christians have a long history of political activism – from their opposition to the French mandate and their role in founding the Baath party in the 1940s to their military service alongside Muslims in the country’s wars against Israel.

Today, several prominent members of Syria’s opposition are Christian, including Michel Kilo, Akram Bunni and Fayez Sara.

However, observers say Syrian Christians have yet to be seen in large numbers in the ongoing protests, despite efforts from the beginning to engage Christians. For example, one of the country’s earliest Friday protests – which took place on Good Friday – was dedicated to the Christian community.

Ausama Monajed, a Syrian activist abroad says he isn’t too worried about the low turnout of Christian protesters in Syria, something he thinks will change with time once the protests increase in size, and as long as the opposition keeps to its secular message.

“Minorities are always scared. It’s normal for them to join toward the end [of the revolution],” he says.

Monajed also notes that the slogans used in the protests emphasize national unity, with people often chanting “one, one, one.”

Referring to repeated government statements which have warned that sectarian conflict may occur should protests continue, he says, “We want to give them assurances, and we’re asking them not to fall into the regime trap.”

As Christians in Syria watch their country’s security deteriorate, many are reminded of recent instability in neighboring countries – something their government doesn’t want them to forget.

"It is obvious Syria is the target of a project to sow sectarian strife to compromise Syria and the unique coexistence model that distinguishes it," Bouthaina Shaaban, the spokeswoman for President Bashar Assad, declared in a speech two weeks into the uprising.

But as the uprising enters its fourth month, some analysts inside Syria are beginning to openly question the government contention that the only two options in Syria are a police or an Islamic state.

“I personally think that the fear that some Christians are having is completely unjustified. Christians have lived with Muslims, side-by-side in Syria, for centuries. They were actually here before Islam came to Syria so they are as entitled to this land as anybody else – if not more,” says Syrian university professor and historian Sami Moubayed. “We cannot continue to use sectarian rhetoric as if we were in the seventh century. This is 2011.”

“We need to also remember that Syria was secular long before the Baath [party] came to power.”

Turkey’s “First Christian”


CNN / July 6th, 2011

Editor's Note: Soner Cagaptay is Director of the Turkish Research Program at the Washington Institute for Near East Policy and a Visiting Professor at Georgetown University. He is the co-author, with Scott Carpenter, of Regenerating the U.S.-Turkey Partnership.

By Soner Cagaptay – Special to CNN

Amidst news of Turkey’s political turmoil – a parliamentary boycott led by the main opposition party has overshadowed the June 12th election victory of the ruling Justice and Development Party’s (AKP), and the Turkish political system faces a stalemate – a key development has almost gone unnoticed. On June 12th, the Turks elected the country’s first Christian deputy, Mr. Erol Dora, to the Ankara parliament (Meclis), literally making him Turkey’s “First Christian.”

Mr. Dora’s election to the Turkish Meclis is a true breath of fresh air. Not counting a handful of Christians who were allocated legislative seats in the twentieth century due to legal quotas, Mr. Dora is the first Christian deputy elected to sit in the Ankara legislature.

This is big news. Christians represent just 1/1000 of the country’s population. In a symbolic move, Muslim Turks have chosen to elect a Christian Turk to represent them.

This development presents an opportunity for Turkey to come to terms with its rich Christian heritage. Moreover, it signals that the country’s opposed camps, clustered around the conservative AKP and its liberal-secular opponents in an almost homogenously Muslim Turkey, can learn to live together under a liberal roof.

The first element of symbolism in Mr. Dora’s election is that he has de facto become the “First Christian” in Turkey, which was, as many say, “the first country in history to have a Christian majority.”

Since Jesus, Turkish Christians have dwindled in numbers and the country’s Christian heritage has weathered a tumultuous and debilitating period in the late 19th and early 20th centuries. Now, with Mr. Dora in the Meclis, Christian heritage in Turkey has found voice, as well as a reminder of the country’s thriving, and once dominant, Christian past.

However, the symbolism of Mr. Dora’s election does not stop there.

Today, Turkey is about to draft its first civilian constitution. As the military drafted the country’s previous charters, all Turks agree that they need a new constitution. But the question remains: will this charter assure the opposing factions of the society, including those clustered around the AKP and its opponents, that they can live together?

Since the AKP came to power in 2002, the struggle between pro- and anti-AKP groups has nearly torn Turkey in two. There have been coup allegations against the AKP followed by the Ergenekon case.

The opposition says the government has used the case not only to prosecute coup allegations, but also to crack down on its secular and liberal opponents. In addition, the AKP has levied massive tax fines against independent media. Furthermore, the judiciary is split along ideological lines. Conservative and secular powers steadfastly attempt to destroy each other.

This, then, is the recipe for the new Turkey: pro-AKP and anti-AKP Turks try to undermine each other out of mutual fear. Hence, the country’s new constitution must provide room for everyone. If the Turks, who are over 99 percent Muslim nominally, can elect a Christian to represent themselves, surely they can write such a constitution.

To that end, the AKP must realize that secular, liberal Turkey, which comprises at least half of the country's population, is too big to ignore. And the secular liberals must realize that, unlike a decade ago, Turkey has a large, established conservative-Islamist elite and political party with widespread support.

Both halves of the country must work together toward a new constitution, lest Turkey suffer a split down the middle. That would be bad for the country - the only experiment in the world that unites Islam and democracy - and for those watching it.

Mr. Dora faces a tall order, whether or nor he is aware of it. First, he is elected to the Turkish parliament representing a Kurdish nationalist party. Second, he is a Christian voted in by Muslim constituents. Third, he sits in a conservative-Islamist dominated legislature as the deputy of a secular party. Then there is the issue of politics versus violence. Mr. Dora’s party, the BDP, does not hide its sympathies for the Kurdistan Worker Party (PKK), which employs violence and terror attacks.

The list is not done yet: in fact, Mr. Dora is neither Turkish, nor Kurdish, but rather an ethnic Syriac. He embodies every dichotomy facing Turkey: Kurdish and Turkish, Christian and Muslim, secular and conservative, Islamist and liberal, and last but not least, political activism versus violence.

Yet he also represents hope for Turkey’s future. Mr. Dora’s very election stands as a sign that Turks can live together if they take a hint from his election: drafting a liberal charter that accommodates the country’s many identities and political aspirations.

The views expressed in this article are solely those of Soner Cagaptay.

Freitag, 8. Juli 2011

Southeastern university starts Syriac courses



MARDİN - Doğan News Agency / Thursday, July 7, 2011

Kırklar Chapel’s Priest Gabriel Akyüz attended the first lesson of Syriac language courses started by Artuklu University in the southeastern province of Mardin. DHA photo

Kırklar Chapel’s Priest Gabriel Akyüz attended the first lesson of Syriac language courses started by Artuklu University in the southeastern province of Mardin. DHA photo

Already providing Kurdish-language education, Artuklu University in the southeastern province of Mardin, or MAU, is readying to open an intensive course on the Syriac language.

The courses will be provided by the university’s Living Languages Institute. Also, a committee from the faculty of letters is working on establishing a Syriac Language and Culture Department.

MAU is also the first university to start academic education on Kurdish Language and Literature.

“The Syriac language courses of the university have received a keen interest from all corners of the country,” according to the Deputy Rector and the Head of the Living Languages Institute Kadri Yıldırım who said during his attendance at the first lesson of the course that they would also initiate efforts to start a post-graduate program with a Syriac Language and Culture Department in September.

Yıldırım was accompanied by some 27 students as well as MAU Rector Serdar Bedii Omay and Kırklar Chapel’s Priest Gabriel Akyüz at the first course.

“We have made another dream come true. This is a very important progression to overcome the fear, pressure and oblivion which have been continuing for two centuries. Just like the Aramaic courses at Nusaybin Academy and establishing the Kurdish Language and Literature Department, Syriac course will make a great contribution to cultural life in Turkey and the world.

The intensive course will last a month and give basic education of Syriac language, alphabet and grammar.

Professor Abdulmesih Saadi, also an academic at the University of Notre Dame in the United States, is considered as the head of the Syriac Language and Culture Department.

Caption: Kırklar Chapel’s Priest Gabriel Akyüz attended the first lesson of Syriac language courses started by Artuklu University in the southeastern province of Mardin.

Donnerstag, 7. Juli 2011

Artuklu Üniversitesi'nden Süryanice Açılımı


Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ) Yaşayan Diller Enstitüsü'nde Süryanice kursu başlatıldı.

Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ) Yaşayan Diller Enstitüsü'nde Süryanice kursu başlatıldı. Türkiye'de Kürtçe Dili ile ilk resmi eğitimi veren Mardin Artuklu Üniversitesi şimdi de Süryanice Dilinde kurs açtı. Kürdoloji Bölümü'nü açan üniversite şimdi de Süryanice eğitimin verileceği Süryoloji Bölümü'nü açmaya hazırlanıyor. Mardin Artuklu Üniversitesi'nde Yaşayan Diller Enstitüsü'ne bağlı olarak açılacak olan Süryani Dili ve Kültürü Ana Bilim Dalı başkanlığını yürütecek olan Prof. Dr. Abdulmesih Saadi, Süryanice kursunun ilk dersini Zinciriye Medresesi Ehmedê Xani dersliğinde verdi. Üniversiteye başvuran 100'ün üzerinde kişiden aynı zamanda Arapça ve İngilizce dillerinden birini bilen 9'u kadın, 27 kişinin katıldığı ilk derse, MAÜ Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay, Kırklar Kilisesi Papazı Gabriel Akyüz ve Enstitü Müdürü Prof. Dr. Kadri Yıldırım da katıldı.

ENSTİTÜ MÜDÜRÜ YENİDEN ÖĞRENCİ OLDU

Kendisi de Süryanice Dilini öğrenmek için bu kursa kaydını yaptırarak ilk derse katılan Rektör Yardımcısı ve Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Kadri Yıldırım, bu yıl 2 Süryanice hocasını istihdam ettiklerini belirterek, Eylül ayında yüksek lisans açma girişimlerinin önemli bir sonuç vereceğini kaydetti. Kurslar hakkında bilgi veren Yıldırım, Süryanice ile ilgili olarak, "Süryanice'nin kadim bir dil olmasından dolayı, Süryani kayıtları yanında İslami kayıtlarında da geçen bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum. Burada, ölümden sonraki hayatta kullanılan dilin Süryanice olduğunu ve Mahşer Günü'nde kendisine zor durumda kalmamak, sorulan sorulara doğru cevap vermek için bu kursa ilk olarak ben kayıt yaptırdım. " dedi. MAÜ Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay da kursun başlaması nedeniyle yaptığı konuşmada, bir hayalinin gerçekleştiğini belirterek, Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi bir üniversitesinde kadim bir geleneğin tekrar canlandığını dikkat çekti. Aynı üniversitede daha önce de bir ilke imza atarak Kürdoloji Bölümü'nü kurduklarını hatırlatan Omay, tarihi kentte 2 bin yıl sonra tekrar Aramice'yi öğrenmeye ve konuşmaya çalışacaklarını ifade etti.

Omay, konuşmasında, daha önce açtıkları Kürdoloji Bölümü'nün 200 yıllık korku, bir baskı ve unutulmuşluk, inkar edilmişlik hastalığını aşma konusunda çok önemli gördüğünü belirterek, açıklamasını şu şekilde sürdürdü: "Bu, herhalde dünya tarihinin belki çok küçük bir noktası ama bence çok önemli bir noktası. Nusaybin Akademisi'nde dünya medeniyetinin çok önemli bir adımı atılmıştı. O dönemde Aramice dersi verildi. Kürdoloji için de daha önce dediğimiz, medeniyetin üzerindeki o çok ağır toz ve tortu tabakasını yaklaşık 200 yıllık korku, bir baskı ve unutulmuşluk, inkar edilmişlik hastalığını aşmak için önemli bir fırsat bence. Bunu kullanalım. Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi bir üniversitesinde kadim bir gelenek tekrar canlanıyor. Üniversitemiz bu konuda yoğun bir destek verecek ve Süryaniyat'ın mühim bir merkezi olacağını hayal ediyorum. Allah ömür verdikçe destekleyeceğim. Ayrıca, gelecek Nisan ayında Büyük Süryaniyat Kongresi'ne Mardin olarak aday olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Kısmet olursa Nisan ayında düzenlemek istiyoruz."

"TARİH YENİDEN YAZILACAK"

Kırklar Kilisesi Papazı Gabriel Akyüz de kendileri için tarihi bir gün olduğunu, Mardin'de bir üniversitenin açılması, bu üniversite içinde Süryanice Kürsüsü'nün açılmasına hiç ihtimal vermediklerini belirterek, "Ama bugün burada gördüğümüz manzara bizleri çok mutlu etti. Buradaki hocalarımızın söylediği sözler de bizleri çok mutlu etti. Mardin Artuklu Üniversitesi'nin, tarihi yeniden yazacağına inanıyorum ve Ortadoğu Üniversitesi olacağına inanıyorum. Bu konuda emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. " diye konuştu.

Prof. Dr. Abdulmesih Saadi ise Süryanilerin ilk yerleşim yerlerinden biri olan Mardin'de Süryani Dili ve Edebiyatı üzerine eğitim vermenin kendisini gururlandırdığını söyledi. Saadi, bütün birikimini üniversite ve öğrencileriyle paylaşmanın heyecanını yaşadığını belirterek, "Mardin, ruhuma işlemiş. Ben ondan bir parçayım ve Mardin de benden bir parça. Bu parça ile bütünleşmenin zamanı geldi. Farklı dinden ve ırklardan insanların Süryanice'yi öğrenmesi, Süryanice'yi aslına döndürecektir. Çünkü bir zamanlar Süryanice'yi sadece Süryaniler ya da Hıristiyanlar değil, bütün bölge halkları konuşmaktaydı. " dedi.

"YENİ RÖNESANS DÖNEMİ"

Amerikalıların özgürlük gününe dikkat çeken Saadi, "Yeni bir Rönesans'a tanıklık ediyoruz. Bu Rönesans, Zinciriye Medresesi'nden, Artuklu Üniversitesi'nden ve Türkiye'den başlamaktadır. Bu konuda son derece mutluyuz. Amerikalılar için bugün kutlanan özgürlük günü ne derece önemliyse benim için de annem ve babamın doğduğu bu torpaklarda, onların konuştuğu dili öğretmek için start verdiğim bugün o derece önemlidir. " diye konuştu. Kadim bir dil olan Süryanice'ye ilgi duyduğu için Süryanice dili eğitimi verildiğini öğrenince, İstanbul'dan Mardin'e geldiğini anlatan Marmara Üniversitesi Yüksek Lisans öğrencisi Havva Kaya ise "Arapça ve İbranice ile benzerliği olan Süryanice zor bir dil ama üstesinden geleceğime inanıyorum. Süryanice'yi hem kadim olan bir kültürü öğrenmek hem de akademik çalışmalarımda bana yardımcı olması için öğrenmeye karar verdim. " diye konuştu.

Süryanice öğrenmek için İzmir'den geldiğini belirten Zeynep Tozduman ise çok heyecanlı olduğunu belirterek, bu dili öğrendikten sonra bu dili konuşan halkların kaybolan değerlerini günışığına çıkarmak için çalışacağını ifade etti.

(Cihan Haber Ajansı) 05.07.2011