Montag, 24. Juni 2013

Turkish EU Minister Bağış downplays value of Mor Gabriel Monastery

ISTANBUL /  June/22/2013

EU Minister Bağış met with a group of reporters. AA photo
EU Minister Bağış met with a group of reporters. AA photo
 
Vercihan Ziflioğlu 
 
EU Minister Egemen Bağış has downplayed the value of the historical Mor Gabriel Monastery, which is an issue of debate between the government and the Syriac Community, saying it was worth even less than the EU Affairs building in central Istanbul.

“I would like to say that, as to the property value, the building in Ortaköy, where we are right now, is worth more than the Mor Gabriel [Monastery],” said Bağış, speaking to journalists at a meeting in Istanbul.

The EU minister added that the government could not carry out any decision regarding the monastery, a 1,700-year-old historic monastery located in the southeastern province of Mardin’s Midyat district, as the judicial process was ongoing.

In 2008, the Forestry Ministry, the Land Registry Office and three nearby villages sued the monastery, an example of the classical Syriac architecture, for allegedly occupying their fields. The lawsuit was finalized last year, recognizing the monastery as an “occupier.” The case was then brought to the European Court of Human Rights (ECHR).

hurriyetdailynews.com/

Mittwoch, 19. Juni 2013

Onlarca savaş dimdik ayakta duran Mor Gabriel tam 1610 yıllık bir tarih anıtı.

Taşa kazınan inanç

Seyahat mektupları- seyahat@hurriyet.com.tr
17 Haziran 2013
Taşa kazınan inanç

Onlarca savaş, talan, yağmaya rağmen dimdik ayakta duran Mor Gabriel tam 1610 yıllık bir tarih anıtı. Midyat ilçesine 18 kilometre uzaklıktaki manastırı okurumuz Faruk Turinay gezdi, izlenimlerini yazdı.

Midyat’ta yediğimiz ağır, leziz yemeğin ardından yola koyuluyoruz. Kadim mirası hukuki tehlike altında olan Mor Gabriel ile ilgili bilgilerim sınırlı: Klasik Süryani mimarisinin örneği, büyük bir yapı. Önemi nedeniyle dünyanın dört bir yanından Süryaniler geliyor ziyarete. Ne var ki, okumakla seyretmenin farkını ayırt etmek için bilinmeyenleri görmek, hissetmek, uzaktakilere dokunmak gerekiyor: Taş kemerlere el sürmek, rutubet kokan esrarengiz tünellerde ürpermek, heyecanlanmak, kırmızı pelerinli rahiplerin manastır koridorlarındaki vakur yürüyüşlerini seyretmek, eşik önlerinde biriken ayakkabıların öğrencilere ait olduğunu öğrenmek, külliyenin ziyaretçiye kapalı bölümlerinde neler olabileceğini merak etmek…

GÜLÜN ADI’NDAKİ MANASTIR GİBİ

Şırnak yolundayız. Hava öyle sıcak ki, daracık yolda asfalt ışıl ışıl yanmaya başlıyor, sonra eriyor. Cırcırböceklerini saymazsak, sarı ekinlerden başka canlılık emaresi yok. İn cin top oynuyor. Esinti az. Sağda ara sıra ‘Şırnak 80’, ‘Şırnak 70’ tabelalarını görüyorum, o kadar. ‘Estel-Midyat arası’nı arkada bıraktık. Yanık türküler kulaklarda yankılanırken Mezopotamya’nın tutkulu ve duygulu havasındaki muhteşemliği hissetmemek ne mümkün. Aşkın ellerde bıraktığı ter, peşimden ayrılmayan Arap güzeli, pek sevdiğim yakınlar, koşuşturmaca, kaçamaklar harika tablonun en çarpıcı motifleri.

Ve Midyat-Şırnak karayolunun 18’inci kilometresinde, sağda birkaç kocaman binanın birbirine eklemlenmesiyle oluşan, koyu krem renginde, nefis surette eskitilmiş izlenimi veren insan harikası beliriyor birden. Genişçe bahçelerin ortasında, Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda olayları çevirdiği manastırı anıştıracak yapılar topluluğu duruyor. Rahipleri gibi vakur, tünelleri kadar esrarengiz, nakışları gibi zarif. İki haç ve iki aslan kabartmasının işlendiği çift kanatlı kapısının ardında düzenli parke taşlarıyla örülmüş, bir otomobilin ancak geçebileceği genişlikte yol önümüzde. Sade kapısından binalara uzanan bahçe yolunun iki tarafına, yarı bellerine değin beyaza boyanmış ağaçlar sıralanmış. Ruhani çekim merkezine doğru atılan her adımla birlikte iç sıkıntıları yerini huzura, rahatlığa, arınmışlığa bırakıyor sanki.

MAHİR USTALARIN TAŞ İŞLEMELERİ

Yolun sonunda ziyaretçilerden birinin girip diğerinin çıktığı giriş kapısına varıyoruz. Görevlilerden biri yanımıza yaklaşıyor. Delikanlı nazikçe rehberlik öneriyor. “Hay hay” diyoruz, “memnuniyetle.” Merakla etrafa bakarken taş korkuluklu merdivenlerden çıkıyoruz. Ayinlerin yapıldığı salona bakıyorum. Yan yana dizilmiş ahşap sıralar, içeriye keskin güneş ışığının sızdığı üst kısmı yuvarlak pencereler... Baştan aşağı beyaz kıyafetli, şeritleri kırmızı, altın yaldızlı, başak motifli öğrenciler... Manastırın yüksek iki çan kulesi var, estetik ve zarif. Uçları çiçek desenine benzetilerek tasarlanmış narin beyaz haçlarla taçlandırılmış. Dönemeçlerde, köşelerde, altta kavun desenli, üzerinde baklava biçimi işlemeli küçük süsler, onun üzerindeyse büyükçe dört yapraklı gonca modelini andıran gösterişli başlıklar duruyor. Manastırdaki tüm binaların kapı girişlerinde, köşe kolonlarında, parmaklıklarında, salkım üzümler, bağ yaprakları ince ince işlenmiş. Her adımda bir sanat mucizesiyle karşılaşmamak elde değil. Mübalağa yok, olağanüstü…

/_np/9306/20509306.jpg
ÇİMENTO, HARÇ YOK

Ortaçağ katedrallerindeki esrar Mardin’de sarıyor çevremi. Araları ve tavanları doğal meşalelerle aydınlatılmış kemerlerle kaplı bölüme geçiyoruz. Bu nasıl bir tasarım sihridir? Harç malzemesi kullanılmaksızın üst üste duran korkunç taşlar kubbeyi oluşturuyor. Ne bir parça çimento ne de tuğla. Taşlar birbirine geçecek biçimde tasarlanmış. İnşa dönemindeki teknik yetersizliğe rağmen tavan eğimindeki mimari tarz ve detaylarıyla hünerli ellerin işi olduğunu gösteriyor.
Aslan suretinin bir önemi olmalı. Kapılarda simetrik aslanlar gelenleri karşılıyor. Selam duruyor. Yeşillik hiç de az değil. Metropolit her kimse bu konuda özen göstermiş.
Mardin’e çok kez geldiğim için iyi tanıyorum. Mor Gabriel, mimari üslup bakımından Deyrul-Zaferan, Kırklar Kilisesi, Mor Yuhanun’dan daha çarpıcı. Ya Süryanice yazılara ne demeli? Daha çok sola eğik yazılan bu eşsiz alfabe, Mor Gabriel’de kemerlerin arasındaki zarif tablolarda, geçitlerin üzerinde, bazen de üst üste gömülen rahiplerin lahitlerinde göze çarpıyor. Aramice kökenli bir Sami dili bu. Yok olma tehlikesi altında. Ne hüzünlü.

Gizli tüneller… Bunlar kazara önüme çıktı. Manastırın bölümlerinin birini gezerken kenarda köşede kalmış daracık bir geçit gördüm. İnsan bedeninin zorla geçebileceği kadar küçük. Bu da neyin nesiydi? Meraklandım. Aralıktan geçtim ve aşağı atladım. Ne görsem beğenirsiniz? Tam da tahmin ettiğim gibiydi: Gittikçe karanlıklaşan bir tünel. Birkaç adım attım. Bitmiyor, uzayıp gidiyordu. Sonunu çok merak ediyordum. Ama gruptan ayrılmak istemedim, döndüm. Yalnız olsaydım merakımı dindirebilirdim.

MEZOPOTAMYA’NIN KÜLTÜR HAZİNESİYDİ

Mimari tarzlarındaki farklılığın nedeni, farklı dönemlerinde yapılması. Mimari şaheser olarak nitelenen Büyük Kilise, tavanındaki ışıklıkla büyüleyici armoniler yaratan Theodora Kubbesi, manastırın güneybatı ucundaki kadim yapı Meryemana Kilisesi, özgün adı Süryanice ‘Beth Kadişe’ olan, kilittaşı kullanılarak sıkıştırılmış iki tonozdan oluşan yapısıyla Azizler Evi; manastır kompleksinin ayrı parçalarını oluşturuyor. Onlarca savaş, talan, yağmaya rağmen dimdik ayakta duran Mor Gabriel tam 1610 yıllık bir tarih anıtı…

Manastırda yalnız dini bilimler okutulmamış. Hitabet, tıp, felsefe alanlarında Mezopotamya’nın en ileri eğitim merkezlerinden biri olarak adını duyurmuş. Okulun etkin olduğu dönemde Manastır Kütüphanesi çok zenginmiş; minyatürlerle süslenmiş çok sayıda el yazması eserler, kitap çoğaltan yazıcı rahipler... Ne ki, eşsiz kültür hazinesi yağmalanıp ortadan kayboluyor. Kurtarılabilen birkaç eser, şu anda Britanya Kütüphanesi’nde.
Mor Gabriel, metropolitlik merkezi. Diğer bir deyişle kilisenin idari merkezlerinden biri. Bugün manastır metropoliti olarak görev yapan Mor Samuel Aktaş’ın ofisi burada.

Kırmızı pelerinli rahipler koridorlarda vakur ve ağırbaşlı yürüyor. Belli ki dersler sona ermiş. Öğrenciler kıpır kıpır, öğretmenlerinin çevresinde kümelenmiş. Kadim Mor Gabriel Manastırı’nda öğrenci olmak, gündüzleri bin yıllık kokular arasında bilgiyi, hayatı öğrenerek büyümek, geceleyin iki çan kulesinin arasında parlayan ayın ışıltısı altında mum tütsülerini içine çekerek manastırın yatakhanesindeki şiltelerden birinin üzerinde gözlerini yummak…

Ben bütün bunları hayal ederken artık gitme vaktinin geldiğini fark ediyorum…

İkinci Kudüs ilan edilmişti

Mor Gabriel, Süryanilerin anayurdu Turabdin bölgesinin kalbinde. Meşelerle kaplı bir tepede. 397 yılında Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından kuruluyor. Kısa sürede o kadar ünleniyor ki, ünü Roma’daki imparatorun kulağına gidiyor. Kilise tarafından “ikinci Kudüs” ilan ediliyor birkaç yüzyıl sonra. Yunanistan’daki Athos Dağı’nın ünlü manastırlarından en az 400 yıl daha eski. Mor Gabriel’in diğer adı Deyrul Umur. Rahiplerin meskeni anlamına gelen “Dayro D’Umro”dan intikal etmiş Türkçeye. Mor Gabriel ise 7’nci yüzyılda yaşamış, dört ölüyü diriltmek gibi pek çok mucize gösterdiğine inanılıyor. Sade yaşamıyla azizlik mertebesine yükselen metropolitin adı manastırda yaşatılıyor.
hurriyet.com.tr

Syrisch-orthodoxe Kirche: Erzbischof besucht Gemeinde in Pfullendorf

19.06.2013  |  von Siegfried Volk 

Pfullendorf -  Der neu gewählte Erzbischof der syrisch-orthodoxen Kirche Deutschland, Eminenz Mattias Nayis, besuchte die 300 Mitglieder zählende Gemeinde Pfullendorf.
Erzbischof Mor Philoxenus Mattias Nayis zelebrierte in der vollbesetzten Pfarrkirche St. Martin in Aach-Linz einen Gottesidenst.  Bild: gharib
Beifall, Bonbonregen und jahrhundertealte Kirchengesänge – so empfing die syrisch-orthodoxe Kirchengemeinde in Pfullendorf das neue Oberhaupt der syrisch-orthodoxen Kirche in Deutschland, Erzbischof Mattias Nayis, in der südlichsten seiner über 60 Gemeinden im gesamten Bundesgebiet. Pfarrer Issa Gharib, Seelsorger der Gemeinde in Pfullendorf, verglich den Freudentag mit dem Einzug Jesu in Jerusalem. Fast aus dieser Zeit stammten auch die Gesänge, die die Duzenden von Ministranten anstimmten, um den im Dezember 2012 für die Diözese Deutschland ernannten Erzbischof vor der Pfarrkirche St. Martin in Aach-Linz zu begrüßen. Den Besuchern bot sich ein beeindruckendes Bild der Frömmigkeit und Freude beim Einzug der Gläubigen in die Kirche. Begleitet wurde der Erzbischof von seinem Amtskollegen, Erzbischof Matta Rohom von der Diözese Erzdiözese Jazirah und Euphrat im Nordosten Syriens, sowie von Mönchpriester Stefan Fidan.

Zuvor hatte Bürgermeister Thomas Kugler den Erzbischof und die Delegation sowie Pfarrer Issa Gharib und weitere Gemeindevertreter im historischen Ratssaal empfangen. Sowohl der Bürgermeister, wie auch der Oberhirte fanden viele gegenseitige Lobesworte. Das Stadtoberhaupt stellte die stolze Geschichte der Stadt sowie die derzeitige Situation in kurzen Schlaglichtern vor und betonte die gute Zusammenarbeit und die Vitalität der syrisch-orthodoxen Kirchengemeinde.



Die syrisch-orthodoxen Christen seien ganz selbstverständlich vollwertige Mitglieder in der Stadt und trügen in vielen Bereichen auch Verantwortung für sich und Andere.
Der in Stockholm geborene Erzbischof zeigte sich wohl informiert über die Situation der Kirchengemeinde und bedankte sich für die Unterstützung der Gemeinde und der Politik insgesamt, vor allem in Bezug auf den syrisch-orthodoxen Religionsunterricht aber auch bei der Frage eines neuen Gemeindezentrums. Er betonte gleich zweimal, dass er von den Mitgliedern seiner Kirche nicht nur die Beachtung der Werte der Gesellschaft, sondern eine aktive Integration verlange: „Die syrisch-orthodoxen Christen sind diesem Land zu großem Dank verpflichtet, weil Sie als Gleiche aufgenommen wurden, zu einer Zeit, wo Sie in ihren Ursprungsländern eben dies nicht erfahren durften“, betonte er. Danach trugen sich die beiden Prälaten in das goldene Buch der Stadt ein.

Auf dem Programm des Erzbischofs stand neben dem Vespergebet und der Begegnung mit den Gemeindemitgliedern die Messe auch ein offizieller Empfang in der Schlossberghalle in Aach-Linz. An diesem letzten Programmpunkt nahmen neben Bürgermeister Kugler auch der katholische Stadtpfarrer, Martinho Dias Mértola, Ortsvorsteher Emil Gabele sowie der Schulleiter der Sechslindenschule, Bernhard Eisele, teil und hielten jeweils Grußworte.

Zum Abschluss seines Besuchs bedankte sich der Erzbischof bei Gemeindepfarrer Issa Gharib und dem Kirchenvorstand, Naim Kartal, für den Empfang. In Anspielung auf die Bemerkung von Bürgermeister Thomas Kugler, Pfullendorf sei eine „kleine, aber feine Stadt“, bekräftigte der Kirchenmann, dass dies auch auf die syrisch-orthodoxe Gemeinde zutreffe. Sie sei inzwischen nicht nur für Pfullendorf, sondern auch für die gesamte Diözese von großer Bedeutung sei, stellt sie doch inzwischen den Vorsitzenden des Diözesanrats, obgleich es viel größere Gemeinden in Deutschland gibt. Seit einigen Wochen ist Raid Gharib Vorsitzender des Diözesanrats, des höchsten Gremiums der Syrisch-Orthodoxen Kirche in Deutschland, das den Erzbischof bei seiner Arbeit unterstützt und ihm untersteht. „Für uns in Pfullendorf war der Besuch seiner Eminenz eine große Ehre“, freute sich Gharib über den feierlichen Rahmen für den Empfang des Erzbischofs.

suedkurier.de

Mittwoch, 12. Juni 2013

Her Yer Taksim Oluyorda, Neden Her Yer Van, Mardin Olamıyor Acep

Zeynep Tozduman / zeynoege@mynet.com

28 Mayıs 2013’’de  İstanbul/Taksim'de başlayan ''Gezi parkı direnişi'' Türkiye’nin ve dünyanın gündemini oluşturmaya devam ediyor. Yaklaşık 15 gündür devam eden Gezi direnişi, Türkiye'nin her yerinde direnişin oluşmasına neden oldu... Gezi Direnişi sürerken başka bir acı haberde ülkenin en doğusundan geliyordu. Van/Erciş'te 200 bine yakın ağacın kesilmesiyle de Van’ının büyük depremden sonra ikinci kez ciğerleri yanıyordu. Yaklaşık 110 bin metrekarelik konut alanı yapabilmek için TOKİ ve Afad işbirliği sonucu ağaçlar katlediliyordu... 8 Haziran Cumartesi günü yine Mezopotamya’dan başka bir ağaç katliamı haberleri ile sarsılmaya devam ediyoruz. Bu kez binlerce ağacın kesildiği yer ne Taksim ne de  Van'dır. Çok dilli, çok kültürlü, çok dinli bir coğrafyanın merkez üssü Mardin/ Midyat’tır. Mardin-Şırnak arasında Kartmin köyünden sonra cadde boyunca yüz metre arayla sağlı-sollu ormanlar kesiliyor... 1980'den bu yana tarihin en büyük direnişine imza atan Gezi direnişi; Taksim'de tüm Türkiye'nin özellikle Ermenilerin, Van'da Kürt halkının, Mardin'de Süryani ve Ezidi halkının ciğerlerini yakmaya devam ediyor. Günlerdir sosyal medyada ‘’HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ ‘’ diye haykıran kitleler neden aynı acı çığlığı Van ve Mardin için atmıyor?. Mardin ve Van bu ülkenin sınırları içerisinde değil mi yoksa?

28 Mayıs 2013’’de  İstanbul/Taksim'de başlayan ''Gezi parkı direnişi'' Türkiye’nin ve dünyanın gündemini oluşturmaya devam ediyor. Yaklaşık 15 gündür devam eden Gezi direnişi, Türkiye'nin her yerinde direnişin oluşmasına neden oldu. Başlangıçta 3-5 ağacın kesilmesini önlemek için yapılan ekolojik direniş, İktidarın bu direnişe çok sert müdahaleyle cevap vermesi sonucu yaralamalara, ölümlere neden olmasıyla, birde üstüne TV ve Medya’nın sansürlenmesiyle direniş çığ gibi büyüdü. Özellikle gençliğin aktif rol aldığı Gezi direnişinde Kemalistlerden tutunda, sosyalistlerin, Kürt özgürlükçülerinin, Ermenilerin, Süryanilerin, Kızılbaşların, antikapitalist Müslümanların yer aldığı bir şekle büründü. Kısacası bu direniş AKP karşıtı bütün kesimlerin, birlikte mücadeleyi yükseltmesine vesile oldu. Gezi parkının kısa bir tarihçesine bakacak olursak bugün bir rant savaşına konu olmaya devam eden bu arazi aslında 500 yıl önceden beri Ermenilere aitti. Gezi parkı denilen bu arazinin üzerinde Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, (merdivenleri o mezar taşlarından yapılmış olan) Gezi Parkı, TRT İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi'nin bir bölümü bulunmaktadır. Ermenilere ait olan bu yerin arazisinin tapusu, tek parti döneminde, 1931'de belediyenin açtığı dava sonucu 'cebren ve hile ile' el değiştirmiştir. 1939'da bütünüyle istimlâk edilmiştir. Gezi direnişiyle bu gün Gezi parkı ve civarının bu ülkede sürekli yok sayılan /soykırım yaşayan halkların varlığını, bir kez daha hissettirmesi açısından çok anlamlı oldu.
Gezi Direnişi sürerken başka bir acı haberde ülkenin en doğusundan geliyordu. Van/Erciş'te 200 bine yakın ağacın kesilmesiyle de Van’ının büyük depremden sonra ikinci kez ciğerleri yanıyordu. Yaklaşık 110 bin metrekarelik konut alanı yapabilmek için TOKİ ve Afad işbirliği sonucu ağaçlar katlediliyordu. Rant devam ediyor,Erdiş’te İl AFAD tarafından Zortul (Çatak Dibi)Köyünde 67 konut TOKİ ve AFAD işbirliğinde yaptırılacaktır. Köy arazisi hazine mülkiyetinde ama 1952 yılından beri köylülerin kullanımındadır. Tahıl ve yonca tarlaları ile 2 bin çeşit meyve ağacı ve 250 bin kavak ağacı bulunan bu köyde Askerler eşliğinde köye gelen müteahhit firmanın elemanları, 200 bin ağacın kesilmesi için hazırlıklar yaparken, köylüler ise yaşanan durumu gözyaşları içinde izlemek zorunda kaldı. Van Belediye başkanı Bekir Kaya'nın da öncülük ettiği Van-Erciş'te ağaçlara dokunma imza kampanyası Gezi parkı kadar ses getirmemiştir. Biz buradan imza kampanyasını bir kez daha hatırlatalım.  http://imza.la/van-erciste-agaclara-dokunma
Taksim için sokağa çıkan direnişçiler batı illeri oldu mu? Sistemle kıyasıya mücadele ederken, neden aynı kitleler Van’daki 200 bin ağacın kesilmesinde üç maymunu oynuyorlar. Bu dünya, bu gezegen hepimizin. Dünyanın akciğeri olan bu ağaçların katledilmesiyle, yine hepimiz zarar göreceğiz. Bir zamanlar Vaspuragan Ardzruni Krallığı'nın başkenti olan (Ağtamar ) Van, 1915'de binlerce Ermeni’nin katledilmesine neden oldu. Ne tuhaftır ki, dün İttihat-ı Terakki'nin tetikçiliğinde Ermeni halkını katleden Kürt halkı, bu gün benzer acıları hem kendileri, hem de Kürt coğrafyası yaşamaktadır. 
Direniş sürüyor...
8 Haziran Cumartesi günü yine Mezopotamya’dan başka bir ağaç katliamı haberleri ile sarsılmaya devam ediyoruz. Bu kez binlerce ağacın kesildiği yer ne Taksim nede  Van'dır. Çok dilli, çok kültürlü, çok dinli bir coğrafyanın merkez üssü Mardin/ Midyat’tır.
Mardin-Şırnak arasında Kartmin köyünden sonra cadde boyunca yüz metre arayla sağlı-sollu ormanlar kesiliyor. Orman kesimleri tıpkı Van'da olduğu gibi asker ve korucular eşliğinde gerçekleştiriliyor. Ağaçların kesildiği bu bölge Ezidi ve Süryani köylülerinin yaşadığı Sare Süryani köyü ve Kivak Ezidi köyleridir. Sare-İdil tarafında Kartmin arasında binlerce orman ağacı kesilmeye devam ediyor. Mardin-İdil arasındaki ağaç kesimi Bagog (Tur İzlo ) dağlarının eteklerinde olan yol üzerindedir. Köylülerin ağaç kesimine tepkisi üzerine bir grup, muhtara giderek bu ağaçları niye kesiyorsunuz? Diye sorduklarında muhtardan alınan cevap bir hayli ilginçti. ''PKK'nin çekilişini daha rahat izlemek için''. Barış ve demokratik çözüm için PKK ile belli noktalarda anlaşan iktidar, demek ki kendine güvenmiyor.
1980'den bu yana tarihin en büyük direnişine imza atan Gezi direnişi; Taksim'de tüm Türkiye'nin özellikle Ermenilerin, Van'da Kürt halkının, Mardin'de Süryani ve Ezidi halkının ciğerlerini yakmaya devam ediyor. Günlerdir sosyal medyada ‘’HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ ‘’ diye haykıran kitleler neden aynı acı çığlığı Van ve Mardin için atmıyor?. Mardin ve Van bu ülkenin sınırları içerisinde değil mi yoksa? Orada doğanlar övey evlat mı? 93 yıllık cumhuriyet,  kurum ve kanunlarıyla o kadar ırkçı ve faşist güruh yetiştirdi ki, sanırım bu kafaların değişmesi içinde bir 93 yıla daha ihtiyaç var. Bu ülkenin Kürt’e, Ermeni’ye, Süryani’ye, Rum’a, Ezidi’ye,  Kızılbaş’a, Roman’a, Çerkez’e bakışı bu kadim halkları yok sayarak Türkleştirmekten ibarettir. Bizlere 93 yıldır dayatılan, tekçi anlayışlara inat gelin bir kez olsun ezber bozup yüreklerimizi doğuya çevirelim. Güneş nasıl ki doğudan yükseliyorsa emin olun ki medeniyet ve insanlık doğudan saracak bu ülkeyi. 
Alanlarda, özgürlük hareketinin iradesi olan Kürt halkını dışlayanlar, Gezi parkında Soykırım anıtı ve Hrant Dink caddesi adına tahammül edemeyenler, Mor Gabriel’e dokunma Süryani çapulcuları, diyenlere bile katlanamayanlar duyun. Bir gün gelecek, herkes öğrenecek bu topraklarda, barışı asıl taçlandırılanların kadim halklar olduğunu.

Bad Vilbel: Syrisch-orthodoxe Gemeinde legt Grundstein für neue Kirche

Jubelschreie, Gesang, heiteres Klatschen: So vergnügt feierte die syrisch-orthodoxe Gemeinde Bad Vilbel am Wochenende die Grundsteinlegung für ihr neues Gotteshaus in der Homburger Straße.

Bad Vilbel.  Jubelschreie, Gesang, heiteres Klatschen: So vergnügt feierte die syrisch-orthodoxe Gemeinde Bad Vilbel am Wochenende die Grundsteinlegung für ihr neues Gotteshaus in der Homburger Straße. Auf dem 5200 Quadratmeter großen Gelände am Apfelkreisel in Massenheim sollen bis zum Sommer 2014 ein neues Zentrum mit Kirche, Altarraum, Taufbecken und 23 Meter hohem Turm entstehen.

In einer zweisprachigen Zeremonie feierten die rund 400 Bad Vilbeler Mitglieder der syrisch-orthodoxen Christen von Antiochien mit zahlreichen Gästen die offizielle Grundsteinlegung. Neben Bürgermeister Thomas Stöhr (CDU) und dem CDU-Landtagsabgeordneten Tobias Utter waren dabei auch religiöse Oberhäupter aus Damaskus, Jerusalem und Deutschland vor Ort. „Besonders freuen wir uns, dass der Erzbischof unserer Kirche hier ist“, sagte Gemeindevorsitzender Zeki Tutus.

Das Festprogramm mit Grundsteinlegung, Gottesdienst und einem festlichen Abend im Kultur- und Sportforum dauerte den gesamten Samstag. „Wir verfügen über ein Kulturgut, das es wert ist, in die nächste Generation getragen zu werden“, betonte Tutus während der Zeremonie. Dass die syrisch-orthodoxe Kirche in Bad Vilbel dazu einen Platz gefunden habe, freue ihn sehr. Der Grundstein, der aus der Mutterkirche in Idil stammt und den ein Gemeindemitglied aus der Türkei nach Bad Vilbel geholt hat, soll dabei als Gutes Omen für das neue Gotteshaus dienen.

(Jana Kötter)
Artikel vom 10.06.2013, 03:00 Uhr (letzte Änderung 12.06.2013, 02:44 Uhr) 
fnp.de/

Sonntag, 9. Juni 2013

'Mor Evgin' Güneydoğu'nun Sümelası Olacak

'Mor Evgin' Güneydoğu'nun Sümelası Olacak

Eklenme Tarihi : 08 Haziran 2013, 23:26
Mardin'de görünümüyle Sümela Manastırı'na çok benzeyen Mor Evgin Manastırı'nın yeniden turizme açılması için çalışma yapılıyor.

Nusaybin ilçesi Bagok Dağı yamacında, milattan sonra 363 yılından önce kurulduğu tahmin edilen ve genel görünümüyle Sümela Manastırı'na çok benzeyen Mor Evgin Manastırı'nın yeniden turizme açılması için çalışma yapılıyor.

Süryani cemaatinin önemli ibadethanelerinden olan Mor Evgin Manastırı'na başrahip atanmasıyla manastır yeniden yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine açılıyor.

Yapılan çalışmalarla yeni bir yol ve asfalt çalışması yapılan manastırda içme suyu hattı için çalışmalar sürüyor. Yapılacak restorasyon çalışmalarından sonra manastır inanç turizminde hak ettiği yere ulaşacak.
Mor Evgin Manastırı Nusaybin'e 25 kilometre mesafede Bagok Dağı'nda bulunuyor. Mısır'dan gelen Mor Evgin ve 70 müjdecisi tarafından milattan sonra 363 yılından önce yapıldığı tahmin edilen manastır günümüze kadar gelmiştir.

Rahip sayısı daha sonraki yıllarda 350'ye ulaşmıştır. Manastırdan çıkan rahiplerin 3'er 5'er gruplar halinde Hindistan'a kadar gittikleri biliniyor. Mor Evgin'in öğrencilerinden Mor Yuhanun, Dakfone Zaz (İzbırak) köyü gölünde tam olarak 3 bin 333 kişiyi vaftiz ettiği rivayet ediliyo


mardinimiz.com

Freitag, 7. Juni 2013

Mor Evgin Manastırı topraklarını alabilecek mi?

 Mor Evgin Manastırı'nın 2 bin dönümlük arazisi 1980'li yıllarda tapu kadastro çalışmaları yapıldığı sırada 400'ü aşkın köylünün üzerine kaydedildi. Süryaniler, 2012 yılında söz konusu toprakların iadesi için Nusaybin Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açtı
31 Mayıs 2013  

Mor Evgin Manastırı'nın 2 bin dönümlük arazisi 1980'li yıllarda tapu kadastro çalışmaları yapıldığı sırada 400'ü aşkın köylünün üzerine kaydedildi. Süryaniler, 2012 yılında söz konusu toprakların iadesi için Nusaybin Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açtı. Manastırın avukatı Serhat Karaşin, "Bu ailelerin kendi rızalarıyla manastıra ait toprakları teslim etmeleri önemlidir. Biz bu davranışı ahlaki olarak da doğru buluyoruz. Dileğimiz odur ki, yöre halkıyla manastır arasında bir an önce bir diyalog süreci başlasın" dedi. 
Türkiye'de farklı kimliklerin yaşadığı sorunlar cumhuriyet döneminden beri varlığını koruyor. Mardin'nin Nusaybin ilçesine bağlı Eskihisar köyünde bulunan Mor Evgin Manastırı'nın 2 bin dönümlük arazisi de 1980'li yıllarda tapu kadastro çalışmaları yapıldığı sırada 400'ü aşkın köylünün üzerine kaydedildi. Tapu kadastro çalışmaları sonucu Manastıra ise, küçük bir alan bırakıldı. Uzun süre çeşitli nedenlerden dolayı topraklarından göç eden Süryaniler, 2012 yılında söz konusu topraklarının iadesi için Nusaybin Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açtı. Dava süreci halen devam ediyor. Konuya ilişkin Mor Evgin Manastırı'nın avukatı Serhat Karaşin, taraflar arasında uzlaşı çağrısında bulundu. 
'Köylülerin adım atması gerekiyor'
Aziz Mor Evgin Manastırı'nın kadim bir tarihinin olduğunu söyleyen Karaşin "Manastır'ın ciddi bir miktarda toprağına köylüler tarafından el konulmuş durumdadır. Hukuksal sürecimiz başlamış olmakla beraber kurum ve kuruluşlar nezdinde çeşitli başvurularımız devam ediyor. Ancak şu aşamaya kadar bölge halkından gereken bir hassasiyeti görmüş değiliz. Ki köy halkı da bu arazinin Manastıra ait olduğunu bilmekte ve bunu kabul etmektedir. Arazinin miktarı geniş ve verimli olduğu için köy halkı da bunu teslim etmekten kaçmaktadır. Ancak burada kişisel çıkarları bir kenara bırakıp, bu manastırın binlerce yıllık tarihini, özellikle Kürt coğrafyamızda geçmişte Süryanilere yapılan hazsızlıklar göz önüne alınarak, kendi rızalarıyla bir adım atmaları gerekir. Biliyorsunuz bugünlerde toplumsal bir barıştan bahsediliyor. Geçmişte yaşanlardan dolayı halen yüreklerinde acılar taşıyan Süryaniler açıdan böylesi bir sürecin başlayacağını umuyoruz" dedi.
'Belgeler arazinin manastıra ait olduğunu gösteriyor'
Nusaybin Kaymakamlığı ve o bölgeye bakan jandarma komutanlığının 70 ve 80'li yıllarda arazilerin durumuna ilişkin belgeler olduğunu ifade ederek, "Bu belgelere göre Manastır bu topraklarda hak sahibidir. Tapu kayıtlarının yapılması üzerinden uzun bir zaman geçmiş; ancak Vakıflar Kanunu'na göre vakıf mallarının elde edilmesi ve zaman aşımına uğraması mümkün değildir. Manastır'ın üzerinde bulunduğu toprak vakıf malıdır. Vakıf malının özel mülkiyete çevirmek mümkün değildir. Davamızın temeli bu noktadır. Bizim beklentimiz bu noktanın mahkemenin özel mülkiyete dönüştürülen bu toprakların tekrardan vakıf arazisine çevrilmesidir. En azından bu toprakların özel mülkiyet statüsünden çıkarılması Mor Evgin Manastırı için önemli olur" dedi. 
'Belgeler toprakların manastıra ait olduğunu ortaya koyuyor'
Karaşin, şunları dile getirdi: "Ailelerin kendi rızalarıyla manastıra ait toprakları teslim etmeleri önemlidir. Biz bu davranışı ahlaki olarak da doğru buluyoruz. Elbette bir hukuk süreci işliyor. Biz bu sürecin olumlu sonuçlanacağından umutluyuz. Elimizdeki deliller bu hususta tartışma götürmez delilerdir. Çünkü daha 80'li yıllarda bu arazilerin manastıra ait olduğuna dair kurumların onayı olan belgeler var. Şimdi bütün bunları hem bölge halkı hem yerel mülki amirler hem de yöneticiler biliyor. Bütün bunları ortaya koyduğumuzda bu hususu yargıya havale etmek, doğru bir tavır değildir. Dileğimiz odur ki, yöre halkıyla Manastır arasında bir an önce bir diyalog süreci başlasın. Biz konuda çeşitli girişimler başlattık; ancak bir sonuç alamadık. Çok olumlu bir karşılık bulamadık. Umuyorum bu yönlü bir adım atılır, sorun çözüme katkı sunar." 
Foto: özel - Saima Altunkaya

Mor Evgin Manastırı'nın tarihi ve konumu
Mor Evgin Manastırı, Bagok Dağı eteklerinden geçmekte olan ticaret yollarının hemen kuzeyinde kurulmuştur. Özellikle bu yoldan geçen kervanlara su sağlamakla ve misafirperverliğiyle tanınmaktadır. Kale görünümünde olan Manastır, Mezopotamya Ovası'na hâkim bir vaziyettedir. Manastırın bazı yapıları kayalara oyulmuştur. Yapının bazı yerlerinde Korint sütün ve başlıklarına rastlanılmıştır. Yapının kuzeyinde tavanı yüksekçe olan ana kilise, doğusunda ise yapının altına basamakla inilen anıtsal mezar güneyinde ise tuğla örme kubbesiyle şapelli yer alır. Mor Evgin'in kuzeyindeki ana kilisesinde apsisi doğusunda yer alır. Manastır Mezopotamya'ya bakan İzlo Dağları üzerinde 4. yüzyıl başlarında kurulmuştur. Manastırın inşasından sonra bölgeye diğer manastırların da kurulmasına öncülük etmiştir. 1839'a kadar Nasturiler'in kullanıldığı Manastır, 1842'den sonra Süryanilerin eline geçmiştir ve en son Süryani Ortodoks rahip 1974'te kadar da bu manastırda kalmıştır. Sakin ve huzurlu bir ortam arayan rahipler, çok geniş bir alana yaydıkları manastırı yüksek duvarlar ve batısında bir yapıyla kurmuşlardır. Ulaşım olarak önündeki geniş arabalarıyla yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra ovadan yaklaşık 500 metre yukarıya patikadan yürünerek ulaşılır. 363 yılında Persler Nusaybin'i Romalılardan aldıkları zaman iki ülkenin sınırı İzlo Dağları'nın zirvesi olmuştu. Manastır Pers İmparatorluğu tarafında kalınca burada yaşayan rahipler diğer kiliselere gitmek zorunda kalmışlardır. Etrafı revaklı iç avlu kuzeyinde uzun nefiyle, Turabdin'deki manastır ve kiliselerine özgü yapı tarzından ayrılan yüksek tonozlu kiliseye geçilir. Kubbesi tuğla örülü ve dört köşede mukarnaslıdır. İç avlunun doğusunda Mor Evgin'in 70 öğrencisinden bir kısmının mezarları vardır. Buranın kuzeyinde ise manastır kurucucusunun ve akrabalarının yattığı hücre bulunmaktadır. Mor Evgin Manastırı çevrenin en eski yapıtlarındandır. Mor Evgin'in Hıristiyan azizlerinden İncil müjdecilerinden olduğu belgelerde yazılıdır. Aynı zamanda manastır halk arasında "Deyr-Marog" adıyla da anılır.(diha)
hurbakis.net/

Dienstag, 4. Juni 2013

A Bit Of Ancient History Dead Sea Scrolls In Tax Court

Peter J Reilly, Contributor
 Texas - 6/03/2013 @ 5:03PM
<span class=

The Dead Sea Scrolls were one of the most fascinating discoveries of the twentieth century.  They provided new grist for generations of biblical scholars like the recently deceased Geza Vermes who translated the Scrolls into English.  Not surprisingly the name of Dr. Vermes  never came up in US tax litigation, but not so the Dead Sea Scrolls.  The Dead Sea Scrolls were the subject of tax litigation in the early sixties when the First Circuit upheld a decision of the Tax Court.

What Were The Dead Sea Scrolls Doing In Worcester ?

I might have been able to resist this particular trip in the wayback machine, were it not for the address I noticed in the Tax Court decision. One of the parties in the case, The Archbishop Samuel Trust, was located at 9 Piedmont Street in Worcester, Mass.  The two trustees were the eponymous Archbishop Athanasius Y. Samuel, a Metropolitan and Archbishop of the Syriac Orthodox Church of Antioch and Charles Manoog who ran a plumbing supply business at the same location.
Mr. Manoog’s son Russell, would also locate the American Sanitary Plumbing Museum there (It has since moved. To Watertown.  Where else ?)  I drove by there frequently (On my way from swimming at the Main South YMCA, I should add quickly) and would always notice the large sign warning that AIDS and hepatitis were not under control in the Piedmont neighborhood.  The sign was also the work of Russell Manoog, who according to his son Charlie, did not like the fact that his business neighborhood had become the go-to place for Worcester street prostitution.  Neighborhood boosters eventually persuaded him to change the sign to “Welcome to the Piedmont Area a concerned and caring neighborhood”.  Why nobody thought of “Piedmont Area – Temporary Home Of The Dead Sea Scrolls” remains a mystery.

If you have read anything about the Dead Sea Scrolls you probably know that the initial scrolls were found by Bedouin herders.  A trader in one of the bazaars was a Syriac Orthodox Christian and he thought that Archbishop Samuel would know what they were.  One of the kids showed up at the Monastery of St. Mark and was sent on his way.  The Archbishop was told that a tough looking Arab with some dirty old rolls had been looking for him.  He decided to look into it further and ended up with four of the scrolls.

Archbishop Samuel was sent by the Church to help it grow in the United States.  There were only three Syriac Orthodox parishes in the United States, one of them in Worcester, which is why the Archbishop, who became known as Mar Samuel, spent so much time in Worcester.  The Manoog family, which was active in the parish, had a bedroom reserved for him in their home and that is where the four scrolls were stored for most of the period from 1949 to 1954.  Mar Samuel would be appointed Patriarchal Vicar to the United States and Canada and, in 1957, Archbishop of the newly created Archdiocese of the United States and Canada.  He did such a good job of growing the Church, that after his death in 1995, the Archdiocese was divided into three.  The proceeds from the sale of the Dead Sea Scrolls played a role.

 The Archbishop did not have a lot of luck in getting institutions interested in the scrolls.  It was his co-trustee, Charles Manoog who hit on the idea of advertising the scrolls in the Wall Street Journal.  Mr. Manoog’s grandson shared with me the typed text of a talk that Mr. Manoog used to present.  Here is what happened next:
Eventually one of the vice presidents of the Chemical National Bank contacted me by phone and asked me what price I wanted for the scrolls.  I asked him if knew what the scrolls were, their age, etc.  He replied that his only interest was how much I was asking.  It was hard to determine a price on priceless objects such as these.  I asked for $500,000. After some negotiations we settled on a price of $250,000.  He asked me to bring lawyers to New York to consummate the transaction.  I informed them that lawyers were not needed and that I had the scrolls which I could turn over to them if they would give me a certified check payable to the Trust and that the only title I had was that of a Trustee.  They finally agreed so I took the scrolls in my car and drove to New York.
It later turned out that the bank was acting on behalf of the Israeli government.

The Litigation

The problem with the trust, which was amended once, was that it gave too much control over the corpus to the Archbishop during his lifetime.  Initially it had also made provision for his mother.  The later version of the trust supported the theory put forth in the appellate case that they amounts required to be paid to the archbishop created basis in the scrolls. It did not work.
While, as petitioner contends, it may be legally permissible for a settlor to be the creditor of a trust, here there was, in effect, but a single transaction. In short, the transfer, which petitioner contends established him as a creditor of the trust, was the very foundation of the trust itself. The transfer which the petitioner views as a sale to the trust was, in reality, the same transfer which created the trust.
In the future, planners would use the non-recognition of sales to grantor trust to great advantage in estate planning.  Here it amounted to an income tax disaster.

Was There A Better Way ?

Eventually the trust assets were turned over to the Church.  It is absurd of me to second guess a transaction from over fifty years ago, but I can’t help but wonder why nobody though of “corporation sole”.  People have been getting in a lot of trouble with “corporation sole” of late, applying it where it has no real application, but this is one transaction where it was actually applicable.  Mar Samuel was an actual Archbishop in an ancient hierarchical church.  The Syriac liturgy is in what is believed to be the language that Jesus spoke.  It is worth noting that the trust was established just before a massive recodification of the Code.  Charlie Manoog, the grandson, has shared copies of the trusts with me, but I am not enough of a tax archaeologist to reconstruct why it was thought that they might have worked.

The brief sojourn of a few of the most important scrolls in Worcester is not often remarked in accounts of them.  Charlie told me that as a teenager he would hear from his young Jewish friends that the people in the museum in Jerusalem would be given a heads up when kids from Central Massachusetts were visiting so that they could mention it.  The tax litigation is also seldom mentioned, although the New York Times noted it in Mar Samuel’s obituary in 1995. 

I think I find this story irresistible because of the way it mixes the mundane and the fantastic.  The Dead Sea Scrolls shared an address with what was locally known as the “toilet museum”.  The image of somebody packing the Dead Sea Scrolls in a car and driving from Worcester to Manhattan to pick up a check just seems way too ordinary.  Seems like there should be a couple of Mossad agents or somebody from Opus Dei involved.   I guess that’s what happens when a tax blogger tells the story.
forbes.com

For more on Mor Athanasius Yeshu Samuel see in Suryoyo Online