Mittwoch, 15. August 2012

Cumhuriyet ve Süryaniler

15/08/2012 2:00

ERCAN ÇAĞLAYAN

Demokratikleşme çabaları, azınlıkların haklarının iadesine dair vicdan sahiplerini umutlandırsa da, 'hukuk' adına verilen kararlar bu sevinci baltalıyor.

Süryanilere ait Midyat’taki Mor Gabriel Manastırı’nın yakınındaki bazı köylerin hazineye başvurusu üzerine Midyat yerel mahkemesi manastır lehine iki kez karar vermesine rağmen, bu kararlar geçenlerde Yargıtay tarafından aleyhte bozuldu ve bu kararla Mor Gabriel Manastırı, kendisine ait toprakların işgalcisi ilan edildi. Binlerce yıldır bölgenin otokton halklarından olan Süryaniler işgalci konumuna düşürüldü. Bu karar vesilesiyle Cumhuriyetin Süryanilerle ilişkisi üzerine bir gezintiye çıkalım...

Homojenleştirici politikalar

Bir ulus-devlet olarak kurulan Cumhuriyet, bünyesindeki Türk ve Müslüman dışındaki etnik ve dini ‘öteki’leri siyasi ve kültürel olarak yok saymakla kalmayıp aynı zamanda fiziki varlıklarını temsil adıyla asimile etmeyi ya da mübadele adıyla Anadolu dışına sürmeyi politika olarak benimsemişti. Erken Cumhuriyet döneminin memleket tasavvuru, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın terminolojisinde yer edindiği üzere, ‘tek dille konuşan, bir düşünen ve aynı hissi taşıyan bir memleket’ varsayımına müstenitti. Gelin görün ki imparatorluk bakiyesi Anadolu ’da böyle bir durum, de facto olarak bir hayalden öteye geçmedi. Bu gerçekliğin farkında olan Kemalist kadrolar, çok etnisiteli yapıya sahip Anadolu ’da ‘mütecanis bir toplum’ yaratmak için asimilasyon ve disimilasyon politikalarını devreye soktu. Dinin kimlik saptamada tek unsur olduğu erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde, Türk olmayan Müslümanlar için asimilasyon, gayrimüslimler için de disimilasyon yöntemi kullanılarak ‘homojen’ bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Anadolu Süryanileri de homojenleştirici politikalardan nasibini aldı.

Mezopotamya’nın kadim halklarından olan ve 16. asırda Osmanlı egemenliğine giren Süryani cemaati, uzun süre Ermeni Patrikliği’ne bağlı kaldı ve 1912’de Süryani Nizamnamesi’nin hazırlanmasıyla bağımsız bir cemaat hüviyetine kavuştu. Cumhuriyet döneminde Lozan Anlaşması’nın tartışmasız tüm gayrimüslim azınlıklara tanıdığı haklardan yararlanamayan Süryaniler, tek partili dönem politikaları neticesinde nüfus, dil ve kültür alanında kaybolmaya mahkûm oldu. Süryaniler, Kemalist reformlara destek vermelerine rağmen, devlete ‘yaranamadı’ ve söz konusu politikalardan ötürü toplumsal bir travma yaşadı. Süryaniler kilise, manastır ve cemaatleriyle Osmanlı’da görece ‘rahat’ bir hayat sürerken, Cumhuriyet’le birlikte, var olan ‘rahatları’ da bozuldu. Lozan’da azınlık olarak tanınmayan Süryanilerin Diyarbakır ve Mardin’deki iki okulu 1928’de kapatıldı. Mardin’deki Patriklik merkezi ise 1933’te ‘görülen lüzum üzerine’ ve ‘muvakkaten’ Suriye’nin Humus şehrine taşındı. Ayrıca Cumhuriyet dönemi nüfus sayımlarında Süryani dili ve dini devletçe tanınmayarak, ‘sair diller’ ve ‘sair dinler’ olarak kayda geçirildi.

Süryani göçünün nedenleri

Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlerin ve dolayısıyla Süryanilerin maruz kaldığı uygulamalardan biri de ‘sermayenin millileştirilmesi’ydi. Bu konu, 1925’te İçişleri Bakanı olan Cemil (Uybadin) Bey’in, Şeyh Said isyanı nedeniyle hazırladığı raporda belirtiliyordu. Raporda Diyarbakır ve çevresindeki ‘... gayrimüslim ve ecnebi tufeylilerin elinde bulunan iktisat ve sanayinin kâmilen Türklere devredilmesi’nin politika olarak benimsenmesi isteniyordu. ‘Sermayenin millileştirilmesi’ 1930’larda tedricen tatbik edilirken, 1942’de Varlık Vergisi Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, Güneydoğu Anadolu ’daki Süryaniler mülkiyet kaybına uğradı.
Süryanilerin Anadolu ’yu terketmesinin bir nedeni de devletin, Süryaniler hakkında düzenli olarak bilgi toplaması ve onlara psikolojik baskı uygulamasıydı. Nüfus ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bazı valiliklere gönderdiği yazılarda Ermeni, Rum, Katolik, Protestan, Keldani ve Süryani nüfusa dair bilgi talep etmesiyle ihtida eden Süryanilerin ve ülkedeki Süryani hareketlerinin yakından izlenmesi, bu cümleden anlaşılmalı. 1924’te Halep’teki İngiliz konsolosu, Anadolu ’daki Hıristiyanların sınırdışı edildiğine dair hazırladığı raporda, Türkiye ’de artan yabancı düşmanlığından dolayı Diyarbakır , Mardin, Urfa ve Maraş gibi şehirlerde Hıristiyanların, ‘açık bir emir olmamasına rağmen, şartlar öyle gerektirdiği için ayrılmaya zorlandığı’nı yazıyordu. Cemil Bey, hazırladığı raporda bölgedeki gayrimüslim nüfusu, ‘anasır-ı muazırre’, yani zararlı unsurlar olarak nitelendiriyordu. Başbakanlığa sunulan raporda Cemil Bey, ‘Ermeni, Süryani, Yezidi, Keldani ve Nasturilerin bölge dışına çıkarılarak yerlerine Türk muhacirlerin yerleştirilmesi’ni önerdi. 1930’da Süryanilerin göçü ivme kazandı. Bu konuda bir İngiliz seyyah şunları kaydetmişti: “Şartlar aleyhinde olduğu için Süryaniler huzurlu değildi. Cemaatin toprak üzerindeki haklarına şüpheyle yaklaşılıyor ve bu haklar sıklıkla inkâr ediliyordu. Sürekli bir baskı altında olan bölge Hıristiyanları sessizce hicret etmekteydi.” Süryani göçü, Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları ve Güneydoğu ’da çeyrek yüzyılı aşkın süredir devam eden olaylardan ötürü ivme kazandı.

Ezcümle, Cumhuriyetin gayrimüslimlere yönelik dilsel, dinsel, kültürel, ekonomik politikaları, Anadolu ’daki Süryani göçünü tetikleyip Süryani nüfusu bitme noktasına getirdi. Günümüzde ağır aksak süren demokratikleşme çabaları, Kemalizm’in gadrine uğramış Süryanilerin ve diğer toplulukların haklarının iadesine dair vicdan sahiplerini umutlandırsa da, ‘hukuk’ adına verilen kararlar, bu sevinci kursağımızda bırakıyor.

(*Muş Alparslan Üniversitesi)
radikal.com.tr

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen