Önder Çetin - Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı
21/08/2012
Gurur... utanç... korku... güven... inkâr... itiraf... İnsanın ve
toplumların geçmişle ilişkilerini tanımlayan kelimelerden birkaçı.
Sınırın öte yanında süregelen savaşın hararetiyle hemhal olan
Türkiye, Mardin'in Midyat ilçesinde bulunan Süryanilere ait Mor Gabriel
Manastırı arazisinin Hazine'ye ait olduğuna hükmeden Yargıtay kararıyla
kendini ve geçmişini tanımlama uğraşısına yukarıdaki kelimeleri ya da
benzerlerini seçerek donatacağı bir paragraf daha katmış oldu. Bu
yazıyla, 1937'den beri vergilerin ödenip ödenmediği, dolayısıyla bahsi
geçen arazinin "kadimden beri manastırın malı" mı, Hazine'nin "malı" mı
olduğu tartışmalarını bir tarafa bırakarak zannımca bu tartışmaları da
alttan besleyecek olan "biz" tartışmasına yoğunlaşmayı yeğliyorum. Zira
bahsi geçen tartışmalar siyaset yapıcılarının dolayısıyla hukukçularının
ellerinde, bir tercih ve sonrasında anlık bir kalem oynatmayla
çözülebilecek bir boyuttur. Ne var ki, "kim" olduğumuz sorusunun ana
taşıyıcılarından olan toplumsal bellek, iktidar mekanizmalarının
ürettiği araçlara alternatif olarak toplumsal grupların elinde, dilinde
ve hatta sessizliğinde kendini inşa etmeye ve nesilden nesile aktarmaya
devam edecektir. Bu noktada, mevcut tartışmanın ana ekseni basit bir
mülk kavgasından ziyade toplumsal belleğin rehberliğinde kurgulanan ve
sunulan "biz" algısı olarak değerlendirilebilir.
Hatırlama ve belleğin toplumsallığı
'Hatırlama'ya dair Eski Yunan'a uzanan felsefi tartışmalara, 20.
yüzyıl başlarında belleğin 'toplumsal'lığı tartışmaları eklenmiştir.
Maurice Halbwachs, Hafızanın Sosyal Çerçeveleri eserinde önerdiği
"kolektif bellek" kavramıyla aslında belleğin bireysel olarak inşa
edilen bir olgu değil, sosyal dinamikler neticesinde kurgulanan bir
süreç olduğuna işaret eder. Hatırlama, odağında geçmişin değil bugünün
olduğu, geçmişin gerçeklerinden ziyade bugünün ihtiyaçları doğrultusunda
şekillenen bir faaliyet ve bir süreçtir. Bu süreçte üretilen ortak
anılarla birlikte kolektif bellek ailevi bağlardan, ortak bir milli ya
da dini bağlılığa uzanan düzlemde toplumsal kimliklerimizi inşa etmekte
ve sosyal dayanışmayı mümkün kılmaktadır. Toplumsal belleğin bahsi geçen
işlevleri, onu tarihten ve objektif iddialara sahip her türlü kurgudan
da ayrıştırmaktadır. Toplumsal bellek her ne kadar tarihin paralelinde
ilerliyor görünse de, yer yer tarihin bittiği yerde başlamakta; tarihin
tekilliğine karşı çoğul bir görünüm -ya da görünümler- sergilemektedir.
Tarih ve bellek ayrıştırmasına yönelik daha güncel itirazlar
dillendirilmekteyse de, belleğin hem inşa edilen bir ürün hem de bir
inşa edici olarak üyelerine sunduğu sübjektif gerçeklik algısı bu ayrımı
çok da göz ardı etmememiz gerektiğini gösteriyor. Tarihçilerin objektif
gerçeklik iddiası üzerine bina ettikleri TARİH, toplumların ve bilhassa
madunların nazarında sahiplenilen gerçeklikle(rle) ilgilenmez. Küçük
harflerle yazılan, sahiplenilen, aktarılan belleklerin TARİH'in
karşısında esamesi okunmaz. Mor Gabriel örneğini göz önünde
bulundurduğumuzda, objektif sonuçlar bağlamında buna HUKUK'u da eklemek
yanlış olmayacaktır. Objektif hukuk kararları ve sübjektif algılarla
inşa edilen toplumsal bellek farklı mecralarda seyretmektedir. Dahası,
bir toplum, sınırlarını kendisine biçilen siyasi ya da hukuki çerçeveler
üzerinden değil üyelerinin birlikte inşa ettiği kolektif bellekle
belirler ve kimliğini bunun üzerinden oluşturur.
Bu noktada, bir toplumu, aynı şeyleri hatırlayan ve aynı şeyleri
unutan insan topluluğu olarak tanımlamak mümkün. Geniş toplumu oluşturan
küçük toplumsal gruplar dikkate alındığında bir grubun hatırladıklarını
diğerleri hatırlamıyor, ya da unutmaya çalışıyor ve susuyorsa burada
"biz" kimliğinin sahiplenildiği bir toplumdan bahsetmek mümkün değildir.
Bu açıdan Mor Gabriel vakası geniş Türkiye toplumu bir yana, Türkiye
Süryani cemaatinin hafızasında bir sembol, dolayısıyla bir sınır işareti
olabilecektir. Burada kastettiğimiz, her olayın bir toplumun kendi
geçmişi, tarihi ve coğrafyasıyla ilişkilendirilen bir sembol olarak bir
sınır işareti vazifesi üstlenerek topluluk üyelerine buraya aitsiniz ya
da değilsiniz demenin ya da topluluk üyeleri tarafından böyle
algılanmasının bir aracı olduğudur. Şüphesiz bu da bize, hatırlamanın,
hatırlatmanın ya da bunların karşısında unutmanın ve unutturmanın birer
politik tercih olduğunu hatırlatıyor. Bu da, tam da bu sorunla ilişkili
sosyo-kültürel gruplar eksenli politik tercihlerin sorgulanmasını
gerekli kılıyor.
Çok-kültürcülükten kültürler-arasılığa
Kültürel kimlik taleplerini değerlendiren siyasi tercihlerin Batı
Avrupa'nın çok-kültürcülük modellerinin ötesine geçmesi bir
zorunluluktur. Zira, buradaki modellere yöneltilen eleştirilerde de ön
plana çıkan husus, bunların birbirinden yalıtılmış toplum katmanları
meydana getirdiği ve bir birliktelik, ortaklaşa sahiplenilen bir "biz"
algısını oluşturamadığı, hatta kendini kurucu unsur/ev sahibi olarak
kabul eden hâkim grubun öteki düşmanlığını körüklediğidir. Bu noktada
oluşan boşluğu kültürlerarasılık ekseninde yürütülecek politikalarla
aşmak mümkündür. Bunun da yolu farklı kültürlere saygı ekseninde
şekillenen, çoğulcu bir iletişim ortamından geçmektedir. Fakat, burada
yine asıl sorun, çoğulcu bir iletişim ortamının aktörlerinin ve
konumlanmalarının belirlenmesidir.
Uyuşmazlık çözümü literatürünün önde gelen isimlerinden Jean Paul
Lederach, barış inşası süreçlerinde üç temel seviyede liderliğe işaret
etmektedir: üst seviye, orta seviye ve halk liderliği. Askerî, siyasî ve
dinî liderlerin temsil ettiği üst seviye liderliğe karşın, orta
seviyedeki liderler bulundukları sahada saygınlığa sahip dini/etnik
liderler, entelektüeller ve sivil toplum önderleridir. Yerel liderler,
STK temsilcileri ve cemaat önderleri ise bu hiyerarşide üçüncü
düzlemdeki halkın temsilcileridir. Lederach'a göre kapsamlı ve
sürdürülebilir bir barış inşası farklı seviyelerdeki bu liderlerin
birbiriyle koordineli bir biçimde yürüttükleri süreçleri
gerektirmektedir. Bu bağlamda, nereden geldiğimiz ve nereye yöneldiğimiz
sorularıyla da yakından ilişkili süreçlerde asıl ihtiyaç duyulan şey
tüm taraflarıyla Türk kamuoyunda sürdürülecek, çoğulcu bir iletişim
ortamıdır. Burada altını çizmemiz gereken önemli bir husus süreç
içerisinde kaçınılması gereken rollerdir. Üst seviye liderlikler bir
tarafa, bahsi geçen ikinci seviye ya da halk liderliği seviyesindeki
bireysel ya da kolektif temsilcilerin siyasetçi, tarihçi ya da hukukçu
rolüne soyunmaları sorunun çözümüne katkı sağlamamaktadır. "Tek millet"
vurgusu nasıl kimi unsurlarca bir dayatma olarak değerlendiriliyorsa,
yukarıdan "indirilen" "çokkültürcülük" modelleri ya da vurguları da aynı
dayatma potansiyeline sahiptir. Kültürel çeşitliliğin sembollerinin
üzerindeki örtüyü kaldırıp bir toplumsal duyarlılık yaratmak için -ki bu
elit dayatmalarının ötesinde kalıcı bir uzlaşmanın hayati unsurlarından
bir tanesidir- araştırmacılar, gazeteciler ve sanatçılar çoğulcu bir
iletişim ortamının aktörleri olmak durumundadır. Sıradan insanların
gündelik yaşamlarına dokunan, paylaşılabilecek 'gerçekleri' açığa
çıkarmadan ya da bunları 'hatırlamadan' yürütülecek 'gerçeği' bulma ya
da yüzleş(tir)me faaliyetleri bir erken doğum ya da kürtajla başlamadan
biten ya da hesap edilmeyen reaksiyonlarla umulandan çok farklı bir
mecraya sürüklenen bir sürece sebep olabilecektir. Bu noktada, Mor
Gabriel özelinde gündeme gelen Süryani cemaati örneğinin de ötesinde
geçerek gündelik yaşamın farklı boyutlarına bakan araştırma projeleri
gerçekleştirecek akademya ve sivil toplum örgütlenmelerinin yanı sıra,
edebiyat, sinema ve müzik dünyası, bilhassa popüler kültür kanallarını
göz ardı etmeden çeşitliliğin temsillerine daha fazla görünürlük
kazandırarak normalleşmenin önünü açmada önemli rol oynayacaktır.
Toplumsal linç tartışmalarının yeniden gündeme geldiği bir dönemde
akılda tutulması gereken, bu girişimlerin önünü açanın nereden
geldiğimiz ve nereye gittiğimiz sorusunun yanıtını verirken yanımızda
olabileceğini dahi düşünmediğimiz, hatta olmaması gerektiğini
düşündüğümüz kimseleri belirleyenin benzeri bellek inşası süreçlerinde
oluşturulan ve edinilen etiketler olduğudur. Bunu aşmada en önemli
anahtarlardan birisi de bu toplumun geçmişi, tarihi ve coğrafyasıyla
ilişkilendirilebilecek, halihazırdaki mevcut sembollerin
hatırlanılmasına imkân tanımak olacaktır.
zaman.com.tr
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen