Mittwoch, 22. August 2012

Mor Gabriel'i hatırlar mısınız?

 Önder Çetin - Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı
 
21/08/2012

Gurur... utanç... korku... güven... inkâr... itiraf... İnsanın ve toplumların geçmişle ilişkilerini tanımlayan kelimelerden birkaçı.

Sınırın öte yanında süregelen savaşın hararetiyle hemhal olan Türkiye, Mardin'in Midyat ilçesinde bulunan Süryanilere ait Mor Gabriel Manastırı arazisinin Hazine'ye ait olduğuna hükmeden Yargıtay kararıyla kendini ve geçmişini tanımlama uğraşısına yukarıdaki kelimeleri ya da benzerlerini seçerek donatacağı bir paragraf daha katmış oldu. Bu yazıyla, 1937'den beri vergilerin ödenip ödenmediği, dolayısıyla bahsi geçen arazinin "kadimden beri manastırın malı" mı, Hazine'nin "malı" mı olduğu tartışmalarını bir tarafa bırakarak zannımca bu tartışmaları da alttan besleyecek olan "biz" tartışmasına yoğunlaşmayı yeğliyorum. Zira bahsi geçen tartışmalar siyaset yapıcılarının dolayısıyla hukukçularının ellerinde, bir tercih ve sonrasında anlık bir kalem oynatmayla çözülebilecek bir boyuttur. Ne var ki, "kim" olduğumuz sorusunun ana taşıyıcılarından olan toplumsal bellek, iktidar mekanizmalarının ürettiği araçlara alternatif olarak toplumsal grupların elinde, dilinde ve hatta sessizliğinde kendini inşa etmeye ve nesilden nesile aktarmaya devam edecektir. Bu noktada, mevcut tartışmanın ana ekseni basit bir mülk kavgasından ziyade toplumsal belleğin rehberliğinde kurgulanan ve sunulan "biz" algısı olarak değerlendirilebilir.

Hatırlama ve belleğin toplumsallığı

'Hatırlama'ya dair Eski Yunan'a uzanan felsefi tartışmalara, 20. yüzyıl başlarında belleğin 'toplumsal'lığı tartışmaları eklenmiştir. Maurice Halbwachs, Hafızanın Sosyal Çerçeveleri eserinde önerdiği "kolektif bellek" kavramıyla aslında belleğin bireysel olarak inşa edilen bir olgu değil, sosyal dinamikler neticesinde kurgulanan bir süreç olduğuna işaret eder. Hatırlama, odağında geçmişin değil bugünün olduğu, geçmişin gerçeklerinden ziyade bugünün ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bir faaliyet ve bir süreçtir. Bu süreçte üretilen ortak anılarla birlikte kolektif bellek ailevi bağlardan, ortak bir milli ya da dini bağlılığa uzanan düzlemde toplumsal kimliklerimizi inşa etmekte ve sosyal dayanışmayı mümkün kılmaktadır. Toplumsal belleğin bahsi geçen işlevleri, onu tarihten ve objektif iddialara sahip her türlü kurgudan da ayrıştırmaktadır. Toplumsal bellek her ne kadar tarihin paralelinde ilerliyor görünse de, yer yer tarihin bittiği yerde başlamakta; tarihin tekilliğine karşı çoğul bir görünüm -ya da görünümler- sergilemektedir. Tarih ve bellek ayrıştırmasına yönelik daha güncel itirazlar dillendirilmekteyse de, belleğin hem inşa edilen bir ürün hem de bir inşa edici olarak üyelerine sunduğu sübjektif gerçeklik algısı bu ayrımı çok da göz ardı etmememiz gerektiğini gösteriyor. Tarihçilerin objektif gerçeklik iddiası üzerine bina ettikleri TARİH, toplumların ve bilhassa madunların nazarında sahiplenilen gerçeklikle(rle) ilgilenmez. Küçük harflerle yazılan, sahiplenilen, aktarılan belleklerin TARİH'in karşısında esamesi okunmaz. Mor Gabriel örneğini göz önünde bulundurduğumuzda, objektif sonuçlar bağlamında buna HUKUK'u da eklemek yanlış olmayacaktır. Objektif hukuk kararları ve sübjektif algılarla inşa edilen toplumsal bellek farklı mecralarda seyretmektedir. Dahası, bir toplum, sınırlarını kendisine biçilen siyasi ya da hukuki çerçeveler üzerinden değil üyelerinin birlikte inşa ettiği kolektif bellekle belirler ve kimliğini bunun üzerinden oluşturur.

Bu noktada, bir toplumu, aynı şeyleri hatırlayan ve aynı şeyleri unutan insan topluluğu olarak tanımlamak mümkün. Geniş toplumu oluşturan küçük toplumsal gruplar dikkate alındığında bir grubun hatırladıklarını diğerleri hatırlamıyor, ya da unutmaya çalışıyor ve susuyorsa burada "biz" kimliğinin sahiplenildiği bir toplumdan bahsetmek mümkün değildir. Bu açıdan Mor Gabriel vakası geniş Türkiye toplumu bir yana, Türkiye Süryani cemaatinin hafızasında bir sembol, dolayısıyla bir sınır işareti olabilecektir. Burada kastettiğimiz, her olayın bir toplumun kendi geçmişi, tarihi ve coğrafyasıyla ilişkilendirilen bir sembol olarak bir sınır işareti vazifesi üstlenerek topluluk üyelerine buraya aitsiniz ya da değilsiniz demenin ya da topluluk üyeleri tarafından böyle algılanmasının bir aracı olduğudur. Şüphesiz bu da bize, hatırlamanın, hatırlatmanın ya da bunların karşısında unutmanın ve unutturmanın birer politik tercih olduğunu hatırlatıyor. Bu da, tam da bu sorunla ilişkili sosyo-kültürel gruplar eksenli politik tercihlerin sorgulanmasını gerekli kılıyor.
Çok-kültürcülükten kültürler-arasılığa

Kültürel kimlik taleplerini değerlendiren siyasi tercihlerin Batı Avrupa'nın çok-kültürcülük modellerinin ötesine geçmesi bir zorunluluktur. Zira, buradaki modellere yöneltilen eleştirilerde de ön plana çıkan husus, bunların birbirinden yalıtılmış toplum katmanları meydana getirdiği ve bir birliktelik, ortaklaşa sahiplenilen bir "biz" algısını oluşturamadığı, hatta kendini kurucu unsur/ev sahibi olarak kabul eden hâkim grubun öteki düşmanlığını körüklediğidir. Bu noktada oluşan boşluğu kültürlerarasılık ekseninde yürütülecek politikalarla aşmak mümkündür. Bunun da yolu farklı kültürlere saygı ekseninde şekillenen, çoğulcu bir iletişim ortamından geçmektedir. Fakat, burada yine asıl sorun, çoğulcu bir iletişim ortamının aktörlerinin ve konumlanmalarının belirlenmesidir.

Uyuşmazlık çözümü literatürünün önde gelen isimlerinden Jean Paul Lederach, barış inşası süreçlerinde üç temel seviyede liderliğe işaret etmektedir: üst seviye, orta seviye ve halk liderliği. Askerî, siyasî ve dinî liderlerin temsil ettiği üst seviye liderliğe karşın, orta seviyedeki liderler bulundukları sahada saygınlığa sahip dini/etnik liderler, entelektüeller ve sivil toplum önderleridir. Yerel liderler, STK temsilcileri ve cemaat önderleri ise bu hiyerarşide üçüncü düzlemdeki halkın temsilcileridir. Lederach'a göre kapsamlı ve sürdürülebilir bir barış inşası farklı seviyelerdeki bu liderlerin birbiriyle koordineli bir biçimde yürüttükleri süreçleri gerektirmektedir. Bu bağlamda, nereden geldiğimiz ve nereye yöneldiğimiz sorularıyla da yakından ilişkili süreçlerde asıl ihtiyaç duyulan şey tüm taraflarıyla Türk kamuoyunda sürdürülecek, çoğulcu bir iletişim ortamıdır. Burada altını çizmemiz gereken önemli bir husus süreç içerisinde kaçınılması gereken rollerdir. Üst seviye liderlikler bir tarafa, bahsi geçen ikinci seviye ya da halk liderliği seviyesindeki bireysel ya da kolektif temsilcilerin siyasetçi, tarihçi ya da hukukçu rolüne soyunmaları sorunun çözümüne katkı sağlamamaktadır. "Tek millet" vurgusu nasıl kimi unsurlarca bir dayatma olarak değerlendiriliyorsa, yukarıdan "indirilen" "çokkültürcülük" modelleri ya da vurguları da aynı dayatma potansiyeline sahiptir. Kültürel çeşitliliğin sembollerinin üzerindeki örtüyü kaldırıp bir toplumsal duyarlılık yaratmak için -ki bu elit dayatmalarının ötesinde kalıcı bir uzlaşmanın hayati unsurlarından bir tanesidir- araştırmacılar, gazeteciler ve sanatçılar çoğulcu bir iletişim ortamının aktörleri olmak durumundadır. Sıradan insanların gündelik yaşamlarına dokunan, paylaşılabilecek 'gerçekleri' açığa çıkarmadan ya da bunları 'hatırlamadan' yürütülecek 'gerçeği' bulma ya da yüzleş(tir)me faaliyetleri bir erken doğum ya da kürtajla başlamadan biten ya da hesap edilmeyen reaksiyonlarla umulandan çok farklı bir mecraya sürüklenen bir sürece sebep olabilecektir. Bu noktada, Mor Gabriel özelinde gündeme gelen Süryani cemaati örneğinin de ötesinde geçerek gündelik yaşamın farklı boyutlarına bakan araştırma projeleri gerçekleştirecek akademya ve sivil toplum örgütlenmelerinin yanı sıra, edebiyat, sinema ve müzik dünyası, bilhassa popüler kültür kanallarını göz ardı etmeden çeşitliliğin temsillerine daha fazla görünürlük kazandırarak normalleşmenin önünü açmada önemli rol oynayacaktır. Toplumsal linç tartışmalarının yeniden gündeme geldiği bir dönemde akılda tutulması gereken, bu girişimlerin önünü açanın nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz sorusunun yanıtını verirken yanımızda olabileceğini dahi düşünmediğimiz, hatta olmaması gerektiğini düşündüğümüz kimseleri belirleyenin benzeri bellek inşası süreçlerinde oluşturulan ve edinilen etiketler olduğudur. Bunu aşmada en önemli anahtarlardan birisi de bu toplumun geçmişi, tarihi ve coğrafyasıyla ilişkilendirilebilecek, halihazırdaki mevcut sembollerin hatırlanılmasına imkân tanımak olacaktır.
zaman.com.tr

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen